Ortak bir tutkunun olağanüstü bir bütünlük içinde sergilendiği öylesine bir işbirliği ki onlarınki, bir örneği kendilerinden önce yok. Sonra ise belki sadece Taviani ve Coen kardeşlerin ulaşabildiği bir seviye söz konusu olan. Ancak Taviani ve Coenler gibi doğuştan gelen bir birliktelik değil burada söz konusu olan. Michael Powell üç yılını bir banka çalışanı olarak geçirdikten sonra içindeki sanat aşkına teslim olup, kendisini setlerde bulan ve yerleri paspaslayarak adım attığı sinema dünyasında, figüranlıktan set tasarımına dek pek çok alanda boy göstererek, yönetmenliğe kadar yükselen bir isim. Emeric Pressburger ise gazetecilikle başladığı iş hayatına, 1920 li yılların sonlarından itibaren senaryo yazarı olarak devam eden ama Almanya yı saran faşizm rüzgârlarının etkisiyle ilk eserlerini verdiği Berlin’den, önce Paris, sonra da Londra’ya göç etmek zorunda kalan bir Macar sanatçı.
1939 yapımı The Spy in Black, bu iki ismi yan yana getiren ilk film olur. Bu film ve ardından gelen Contraband ile 49th Parallel, Powell ve Pressburger ikilisinin, iş bölümünü 1930’lu yıllardaki çalışmalarına paralel bir şekilde paylaştıkları yani senaryosu Emeric Pressburger’a ait, yönetmenliği ise Michael Powell’ın üstlendiği yapımlardır. İkili daha sonra Archers adı altında ortak bir yapım şirketi kurarak, yapımcı, yönetmen ve senarist ünvanlarını beraberce yüklenmeye başlar. Powell ve Presburger, bu yeni ortaklığın ilk eseri olan 1942 yapımı One of Our Aircraft Is Missing den 1957 yapımı Night Ambush’a dek 15 yıl içinde 16 ortak yapıma imzalarını atarlar. Yakaladıkları uyumu Pressburger şu sözlerle açıklar: “Ne söyleyeceğimi daha ben söylemeden bilirdi. Hatta bazen o fikrin aklıma gelmesinden bile önce. Bu öyle az rastlanır bir şeydir ki, hayatınız boyunca bunu başarabilen tek bir kişiyle bile tanışsanız şanslısınız demektir.”
Tabii her güzel şeyin bir sonu vardır. Archers parlak bir dönemin ardından üst üste gelen birkaç başarısız projeden sonra dağılır. Powell, 1960 yılında Peeping Tom ile yanında Pressburger olmadan bir kült film daha ekler filmografisine. Sonrası sessizlik… Ta ki 1970’li yıllarda Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola gibi sinemanın yeni kuşak hikaye anlatıcılarının çabalarıyla filmleri yeniden keşfedilinceye dek. Böylece 1988 ve 1990 yıllarında hayata gözlerini yuman iki harika yönetmen de bu dünyadaki sonbaharlarını en etkin yıllarında bile görmedikleri düzeyde bir övgü ve teveccüh ile geçirir ve hak ettikleri gibi İngiliz sinemasının medar-ı iftiharları olarak sinema tarihindeki yerlerini alırlar.
EN İYİ 10 POWELL & PRESSBURGER FİLMİ
1- Red Shoes (1948)
Hayatında sanat aşkından başka bir duyguya yer olmayan otoriter emprezaryo Boris Lermontov, yeni tanıştığı yetenekli balerin Victoria Page’de yıllardır peşinde olduğu tutkunun tam karşılığını bulur. Lermontov’un dileği, Page’i dünyanın en iyi balerini haline getirmek, talebi ise itaat ve sadakattir. Victoria, önceleri hayattan soyutlanmışçasına kendisini dansa adasa da, genç besteci Julian Craster ile aralarında başlayan gönül ilişkisi, Lermantov’u hayal kırıklığına uğratır.
Sinema sanatı çok aşk üçgeni görmüştür ama The Red Shoes başkadır. Julian, Victoria’ya âşıktır, Lermantov ise Victoria’nın dansına. Genç kadının kalbinde iki aşkın da karşılığı olmasına rağmen Lermantov onu bir seçim yapmaya zorlar. Son yılların gözde filmlerinden Black Swan’ın en büyük esin kaynağı olan The Red Shoes, öncelikle bir dans filmidir elbet ama daha genel bir bakışla, kimi zaman bir insanın yaşamını sarıp sarmalayan, o hem hayata güzellik katan, hem kalp sızlatan tüm tutkular üzerine bir başyapıttır.
2- I Know Where I’m Going (1945)
Manchester’lı burjuva güzeli Joan Webster, varlıklı bir İskoç ailesine mensup olan Sör Robert Bellinger ile evlenmek için Kiloran adasına doğru yola çıkar. İskoçya’ya kadar ulaşmak kolay olsa da, hava şartları yüzünden Kiloran adasına geçiş yapmak imkânsızdır. Bir sahil kasabasında fırtınanın dinmesini bekleyen Joan’un, yakışıklı deniz subayı Torquil MacNeil ile yakınlaşması, evlilik konusundaki kararlılığını bir kez daha sorgulamasına yol açacaktır…
I Know Where I’m Going, başrollerdeki Wendy Hiller ve Roger Livesey ikilisinin müthiş uyumu ve renkli yan karakterleriyle seyirciyi avcunun içine almakta zorlanmayan bir romantik komedi. Türün diğer örneklerine karşı en büyük üstünlüğü ise otantik mekânları ve aşmış sinematografisiyle büyüleyen görselliği. Ayrıca lanetli olduğuna inanılan Moy Kalesi’nde geçen ve film boyunca anlatılan tüm mistik hikâyelerin tatlıya bağlandığı efsunlu finalin bir eşi benzeri daha yok.
3- The Life and Death of Colonel Blimp (1943)
Hayatı cephelerde geçmiş İngiliz General Clive Wynne Candy 2. Dünya Savaşı nın en şiddetli günlerinde, Londra da gerçekleştirilen bir tatbikat sırasında koca göbeği ve pos bıyığıyla dalga geçen münasebetsiz bir teğmene haddini bildirirken, seyirci de bir flashbackle 1902 yılına döner… Böylece göbeksiz ve bıyıksız genç bir asker olan Clive Candy’nin aşklar ve savaşlarla geçen 40 yılının hikâyesini izlemeye başlarız…
Powell & Pressburger imzası taşıyan 2. Dünya Savaşı filmlerinin en etkileyicisi olan The Life and Death of Colonel Blimp, üç saate yaklaşan bir süreye sıradışı bir hayat hikayesi sığdıran ve çekildiği esnada halen sürmekte olan 2. Dünya Savaşı’na dair mesajlarının altını kalın çizgilerle çizen bir klasik. Bir sahnede Clive Candy’nin kadim dostu Schuldorff arkadaşını şu sözlerle uyarır: “Sevgili Clive, bu beyefendilerin savaşı değil. Şu anda varlığınızı devam ettirebilmek için insan beyninin yarattığı en şeytani fikre karşı savaşıyorsunuz: Nazizm!”
4- Peeping Tom (1960)
Bir fotoğrafçı ve kameraman olan Mark Lewis, aynı zamanda kameraya aldığı kadınları öldüren ve onların ölüm anlarını kaydetmekten sapkınca zevk duyan bir seri katildir. Yalnız yaşayan ve hiç arkadaşı olmayan Mark, hayatında ilk defa, komşusu Helen ile duygusal bir ilişki kurmayı başarır. Kısa süre içinde Helen, Mark’ın tuhaf davranışlarının altında babasının ona yaşattığı korkunç çocukluk yıllarının olduğunu keşfeder…
Her klasiğin, o mertebeye ulaşma hikâyesi farklıdır. Kimi, gösterime girdiği anda kültleşir; kimi, zaman içinde gerçek değerini bulur. Powell’ın tek başına kamera arkasına geçtiği Peeping Tom da yıllandıkça kıymetlenen klasiklerden. Hatta gösterime girdiği dönemde eleştirmenler tarafından yerden yere vurulduğu yetmezmiş gibi, Powell’ın sektör içindeki kredisini sıfırlaması da cabası. Gelgelelim zaman öyle cömert davranır ki Peeping Tom’a, onca başyapıta rağmen bugün yönetmenin en iyi filmi olarak selamlayanların sayısı bile hiç de az değildir.
5- A Matter of Life and Death (1946)
Bir hava saldırısı sonrası, alevler içinde irtifa kaybeden bir İngiliz uçağından atlamaya hazırlanan 2. Dünya Savaşı pilotu Peter Carter, uçak düşmeden hemen önce Amerikalı telsiz operatörü June ile temas kurmayı başarır. Uçakta paraşüt kalmamıştır ve Peter artık son anlarını yaşamaktadır. Bağlantı kopar, uçak düşer. Ancak Peter bir mucize eseri hayatta kalmıştır. June’u bulur ve daha birbirlerini görmeden aşka düşen kahramanlarımız aynı gün içinde kavuşurlar. Ancak cennetten gelen bir ulak, kazadan aslında kurtulamamış olması gereken Peter’ı ait olduğu yere götürmek ister…
2012 yılının en iyi işlerinden biri olan Life of Pi’da Ang Lee’nin yaptığı gibi, A Matter of Life and Death’de de Powell & Pressburger ikilisi, seyirciye iki hikâye birden sunar. Seyirci hangi hikâyenin gerçek olduğunu bilir elbet ama kendisini daha iyi hissetmesini sağlayacak olan diğer hikayeyi seçme hakkı da yönetmen tarafından saklı tutulmuştur. Seyirci hangi hikâyenin gerçek olduğunu bilir elbet ama kendisini daha iyi hissetmesini sağlayacak olan diğer hikayeyi seçme hakkı da yönetmen tarafından saklı tutulmuştur.
6- Black Narcissus (1947)
Bir grup rahibe, Himalayalar’ın tepesinde görkemli ama viran bir yapıyı, yerli halkın sağlık, eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılayacak bir manastıra dönüştürmek için görevlendirilir. Rahibeler burada hem zorlu hava şartları, hem cahil halk, hem de bastırılmış duygularıyla mücadele etmek zorunda kalırken, Başrahibe Clodagh ve grubun sorunlu üyesi Rahibe Ruth arasındaki gerginlik giderek bir ölüm kalım savaşına dönüşecektir…
Hiç kuşku yok ki Black Narcissus, sinema tarihinin en şaşırtıcı filmlerinden biridir. Rahibelerin cinsel açlıklarını hikâyenin merkezine yerleştirerek Himalayalar’da film çekmek, bırakın 1940’lı yılları, bugün için bile yeterince çılgınca! Ancak filmin asıl marifeti, böylesi bir içeriği, 1948 yılında en iyi sinematografi ve en iyi sanat yönetimi dallarında oscara layık görülmüş bir görsellikle destekleyebilmesi. Her şey bir yana, sadece Kathleen Byron’ın Rahibe Ruth rolündeki tırnak kemirten performansı için bile keşfe değer bir klasik.
7- A Canterbury Tale (1944)
Biri Amerikalı, biri İngiliz iki asker ve Londralı çiftçi bir genç kız olan Alison’ın yolları Canterbury yakınlarında bir istasyonda kesişir. Beraber kasabanın merkezine doğru yürürlerken, yöre halkının Tutkal Adam adını verdikleri bir saldırgan, Alison’ın saçlarına tutkal döküp, kaçar. Kasabalılar, Alison’a o civarda hava karardıktan sonra, askerlerle gezen genç kızları kendisine hedef seçen bu kişinin ilk kurbanı olmadığından bahseder. Bunun üzerine Alison ve yeni arkadaşları bu gizemli saldırganın kim olduğunu ortaya çıkarmaya karar verirler.
Katedral şehri Canterbury’nin masalsı atmosferinde çekilen, tarihsel bağları ve hülyalı karakterleriyle I Know Where I’m Going ile benzerlikler taşıyan A Canterbury Tale, Powell & Pressburger ikilisinin İngiltere dışında en az bilinen filmlerinden biridir. İngiliz sinema kaynaklarında ise genellikle en iyi işleri arasında gösterilir.
8- 49th Parallel (1941)
İkinci Dünya Savaşı sırasında Kanada açıklarında bir petrol gemisini batıran naziler, saklanmak için her yanı buzullarla sarılı Hudson Körfezi’ni tercih eder. Altı Alman askeri, keşif için karaya çıktıkları sırada Kanada savaş uçakları Alman denizaltısını batırır. Böylece altı nazi, Kanada topraklarında mahsur kalır. Almanya ya dönmek için tek çareleri o tarihte henüz savaşa girmemiş olan ABD topraklarına ulaşmaktır…
Aslen İngiltere hükümetinin desteğiyle (özellikle tarafsız ABD’yi müttefik güçlerden yana savaşa çekmek amacıyla) çekilmiş nazi karşıtı bir propaganda filmi olan 49th Parallel, Alman askerlerinin ABD’ye doğru yolculukları boyunca uğradıkları duraklardan oluşur. Powell ve Pressburger’ın ortak senaryo ve yönetmenlik günlerinin öncesinde çektikleri; senaryosu Pressburger’a, yönetmenliği Powell’a ait olan film, aşağı yukarı yarımşar saatlik bölümlerden oluşan epizodik bir anlatımın eseridir.
9- The Tales of Hoffmann (1951)
The Tales of Hoffmann, galası 1881 yılında gerçekleştirilmiş ve besteleri Jacques Offenbach’a ait olan aynı adlı müzikalin aslına sadık bir sinema uyarlamasıdır. Eser, Hoffmann’ın, aşık olduğu Stella adlı balerinin yolunu gözlediği bir barda, çevresindeki insanlara anlattığı ve sonu hüsranla biten üç aşk hikayesinden oluşur: Olympia, Guilietta ve Antonia. Stella, Hoffmann’ın gözünde, işte bu üç aşkın birleşimi gibidir.
Film, 1940’lı yıllar boyunca bir dizi başyapıta imza atan Powell & Pressburger ortaklığının son harika eseridir. Bu filmden birkaç yıl sonra Archers dağılır. Ancak bir döneme damgasını vuran tüm Archers filmleri gibi, The Tales of Hoffmann da nesiller boyu sinema sanatını etkilemeye devam eder. Örneğin filmin en büyük hayranlarından George Romero’ya göre, tüm zamanların en iyisi ve kendisine yönetmenliğe adım atma konusunda ilham kaynağı olan filmdir. Ki bir film için sinema tarihine George Romero’yu kazandırmış olmak bile başlı başına bir olaydır.
10- The Thief of Bagdad (1940)
Hileyle tahttan indirilen Prens Ahmed’in, küçük yankesici Abu ile birlikte, kötü kalpli Jaffar’a karşı verdikleri mücadelenin hikâyesi. Üstelik Prens Ahmed ve Jaffar arasındaki düşmanlığın tek sebebi taht da değil, bir de güzel prensesin aşkı var ortada. Mekân ise, uçan halılar, şişeden çıkan cinler ve daha nice fantastik öğelerin cirit attığı, 1001 gece masallarından fırlamış büyülü bir Bağdat.
Film, 1924 yapımı, aynı adlı Raoul Walsh klasiğiyle beraber, bu sihirli serüvenin en ünlü sinema uyarlamasıdır. Douglas Fairbanks’li Walsh versiyonu, her ne kadar sessiz sinemanın en sevilen filmlerinden biri olsa da, 1924-1940 arası dönemde sinema sanatındaki inanılmaz gelişim, sesli ve renkli bir The Thief of Bagdad’ı bir kez daha sinemaseverlerin gözdesi haline getirmiştir. Sonraki yıllarda da defalarca kez sinemaya uyarlanan bu serüvenin Kartal Tibet’in başrolünü üstlendiği ve Ertem Göreç imzalı, 1968 yapımı bir Yeşilçam versiyonu da mevcuttur.
Latif Güven