Ana sayfa 2010'lar 2019 The Lighthouse

The Lighthouse

1000
0

1630’lu yıllarda New England’da bir ailenin kara büyü ile lanetlenişi sonrası yaşadıklarını konu alan 2015 yapımı The VVitch adlı ilk uzun metrajı ile ses getiren 1983 doğumlu Robert Eggers, Sundance, Toronto, Chicago, Londra gibi onlarca festivalden ödülle dönmüş ümit veren bir yönetmendi. Merakla beklenen ikinci filmi The Lighthouse ise 1890’ların sonunda gizemli ve ıssız New England adasında, iki deniz feneri bekçisinin adım adım delirişlerini işliyor. 35mm kamerayla 1.19: 1 oranında siyah beyaz çekilen film, zaten senaryo olarak içerdiği deneyselliği biçimsel olarak da pekiştirerek üst düzey bir seviyeye ulaşıyor. Metaforlar, mitler, semboller, referanslar, 1920 ve 1940’ların ekipmanlarının kullanılması, filmi her şeyiyle tam bir sanat eseri haline getiriyor. Bu da her zevke hitap etmeyecek, seyirciyi ikiye bölecek bir yapım olduğu gerçeğini öne çıkarıyor. İşin sanat yönünü önemseyen seyirciyi ise gerçek bir sinema şöleni bekliyor. Eggers’in etkilendiği mitler ve sembollere hakim olmayanlara ise olağanüstü bir atmosfer ve oyunculuk performansları teselli oluyor.

Thomas Wake (Willem Dafoe) ve Thomas Howard (Robert Pattinson) adlı geçmişi sırlarla dolu iki deniz feneri bekçisinin, yaşlarından karakterlerine türlü zıtlıklar kuşanmış eril tasarımları, daha en baştan iktidara dayalı dengesiz ve arızalı bir ilişkinin ayak seslerini duyuruyor. Tecrübeli bekçi Wake ve daha önce başka işlerde çalışmış çaylak Howard tekinsiz, gizemli, patlamaya hazır birer bomba gibiler. Howard’ın fenere yaklaşmasını istemeyen, ona sürekli diğer ayak işlerini veren Wake ve ona verilen işleri yaparak sorun istemediğini belli eden ama gördüğü kötü muamele yüzünden içten içe Wake’e diş bileyen Howard arasındaki liyakat farkı, ancak geceleri sarhoş olduklarında ortadan kalkıyor. Şarkı söyleyip dans eden, ertesi sabah ayıldıklarında tekrar eski hallerine geri dönen iki adamın bu son derece dengesiz ilişkisi, bulundukları kasvetli ortamın ve geçen günlerin de etkisiyle geri dönülmez bir girdaba hapsoluyor. Wake’in, içlerinde ölen denizcilerin ruhlarını taşıdığına inandığı martıların eğer öldürülürlerse başlarının uğursuzluktan kurtulmayacağına inanması (ki denizciler albatros ve yunus balıkları için de aynı inanışa sahiptir), buna karşın Howard’ın martılarla geçinememesi, nihayet birini vahşice öldürmesi sonucu artık o uğursuzluğun filmi bir şekilde esir almaya başladığını iliklerimize kadar hissediyoruz.

Gerçi herhangi bir martı ölmese bile iki adam arasında bir şeylerin patlak vermemesinin mucize olacağı kesin gibi. Zaten Eggers öyle bir atmosfer içine filmi inşa ediyor ki, sadece bu iki fener bekçisinin değil, herhangi iki adamın bile yavaş yavaş delirmesi mümkün. Howard’ın ağır iş temposu, denizkızı mitiyle hırpalanan halüsinasyonları, Wake’in kimseyle paylaşmayacak kadar fenere olan tutkusu ve yine dans edilen, yumruk yumruğa kavga edilen sarhoş geceler… Eggers, sinema duygusu yoğun bu boğucu rutini, şok sahnelerle, beklenmedik hamlelerle, kirli bir edebiyatla sürekli yeniliyor. Adeta kendi mitini yaratıyor. Filmi o kadar kestirilemez bir psikolojik gerilim zeminine oturtuyor, her iki Thomas’ı seyirciye o kadar mesafeli hale getiriyor ki, bu belirsizlikler ışıksızlığında adeta eski püskü bir korku tünelinde seyir halinde ilerliyoruz. Tabii buradaki “korku”, daha çok deneysel bir muğlaklıktan beslenen, puslu atmosferin kendi içindeki iklim değişikliklerine dayalı dengesizlik halinden ibaret. Ortada güçlü bir senaryo materyali yok belki ama bu iklim Eggers’in her fikrini ustalıkla hayata (ya da kabusa) geçirmesini kolaylaştırıyor. Kapalı alanlarda olduğu kadar, açık alanlarda da inşa edilen klostrofobi ambiyansı, tıpkı gelmeyen gemi gibi seyirciyi filmin çıkışsız dehlizlerine hapsediyor.

The Lighthouse son derece talepkar bir film. Kendisine 10 puan veren birinin yorumunun hemen altında 1 puan veren başka bir seyircinin yorumu var. Bu ikiye bölünmüşlük gayet normal. Béla Tarr, Ingmar Bergman, Alfred Hitchcock sinemasına mesai harcamamış, Edgar Allan Poe veya Samuel Taylor Coleridge (özellikle de The Rime Of The Ancient Mariner) okumamış, bunların haricinde 1920’li ve 40’lı filmlerin sisli ve noir dokusuna, denizci mitlerine, metaforlara bulaşmamış seyircileri zorlu bir süreç bekliyor. Bunların hiçbiri olmasa bile, sinemada stilize görselliğe, etkileyici kadrajlara, heyecana sürükleyen beklenmedik kurgu oyunlarına, kısaca biçime hak ettiği önemi veren kesim için adeta bir nimet. Nereye varacağı bilinmeyen hem ağdalı, hem de kirli diyaloglar, sinir bozucu sesler, bir türlü çözülmeyen lamba gizemi, filmi tuhaf biçimde çekici kılıyor. Aniden Sascha Schneider’in Hypnose adlı tablosunu canlandıran bir sahne çıkıveriyor. Kara mizah bu deneysel ve imgesel yoğunlukta zaman zaman kendine yer açıyor. Eggers, küçük ve izole evreninde kurduğu bu düzeni kaosa çevirmeye, belki de baştan beri içinde bulunduğu kaosu zirveye ulaştırmaya çalışıyor.

Önce usta – çırak görüntüsü veren, gittikçe ezen – ezilen postuna bürünen, sonra filmin arızalı duruşuna sadık bir iktidar ve varoluş mücadelesinde debelenen iki adamın paranoyalarını, öfkelerini, nefislerini dizginleyemedikleri sıradışı bir psikolojik gerilim The Lighthouse. Özellikle The Rover (2014) ve Good Time (2017) ile oyunculuk yeteneğini kanıtlayan Robert Pattinson’ın bunlara bir yenisini daha eklediği, usta aktör Willem Dafoe’nun iyice devleşip kariyerinin en güçlü performanslarından birini sergilediği film, zaman zaman bu ikilinin sahneleriyle karanlık bir tiyatro oyunu duygusu da yaratıyor. Yaptığı yemekleri sevmediği için Wake’in Howard’a okuduğu beddua sahnesi, drama okullarına ders niteliğinde inanılmaz bir oyunculuk gösterisi. Dafoe, olağanüstü performansını o kadar ustalıkla kontrol altında tutabilen bir oyuncu ki, Shakespeareyen bir tiradla bezeli bu sahne sinema tarihinin unutulmaz öfke patlamaları arasında yerini şimdiden aldı. Vahşi bir tabloyu andıran beklenmedik muhteşem bir kareyle final yapan Eggers’in The VVitch’te de çalıştığı görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ve müzisyen Mark Korven’in bu güçlü işçilikteki payları da çok önemli. Robert Eggers, 2010’ların önemli gerilim filmleri arasında anılan The VVitch sonrasında The Lighthouse ile elini güçlendirip, yine şarap gibi yıllar geçtikçe değerlenecek bir film çıkarıyor.

 

Osman Danacı

odanac@gmail.com

Twitter

 

Önceki makaleMichael Powell – Emeric Pressburger
Sonraki makalePortrait of a Lady on Fire
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here