David Desola’nın Pedro Rivero ile yazıp, Galder Gaztelu-Urrutia’nın yönettiği İspanya yapımı El hoyo (The Platform), hangi zamanda geçtiği tam belli olmayan, fakat atmosferinin distopik bir geleceği işaret ettiği filmlerden. Kaç kattan oluştuğu sonradan anlaşılacak, her katta iki kişinin bulunduğu, ortalarında genişçe bir boşluğun bulunduğu dikey bir hapishanedeyiz. Bir platformla bu boşluktan her hücreye günde iki dakika boyunca en üst kattan başlayarak yiyecekle dolu bir sofra gönderiliyor. İki dakikada ne yiyebilirse yiyen mahkumlar şayet sonradan yemek için yiyecek saklarlarsa hücreleri ya ısınmaya, ya da soğumaya başlıyor. Haliyle zamana karşı yarışan üst kattakilerin daha iyi beslendiği bu hapishanede, platformdaki yiyecekler azaldıkça alt katlarda vahşi bir yaşam savaşı başlıyor. Bir ay sonra mahkumların hücreleri onlar uyutulduktan sonra değiştiriliyor. Böylece rastgele bazen üst katlarda, bazen alt katlarda ikamet eden mahkumların hayatta kalma mücadelesini izliyoruz. Daha doğrusu bu mahkumlardan biri olan Goreng’in tarafından izliyoruz. Trimagasi adlı yaşlı bir adamla paylaşacağı 48 numaralı hücrede uyanan Goreng, sistemin nasıl çalıştığını öğrenmeye başlayınca önce bunun geçici bir deney olduğu rahatlığına kapılsa da, günler geçtikçe dehşet verici bir hayatta kalma mücadelesi içinde olduğunu anlamaya başlıyor.
Cube (1997), Das Experiment (2001), La habitación de Fermat (2007), Snowpiercer (2013) gibi filmleri andıran orijinal konusuyla El hoyo, bu kez insanoğlunun yaşayabilmesi için en temel gereksinimlerinden biri olan beslenme olgusu üzerinden ürkütücü bir deneyim sunuyor. Lüks bir restoran mutfağını andıran büyük bir mutfaktan görüntülerle başlayan film, burada yapılan yemeklerin bir platform aracılığıyla en üstten alt katlara birer dakikalık yolculuğunun sebep olduğu davranışların gözlendiği olağanüstü bir sosyal deneye dönüşüyor. Aslında bir suç işlememiş, ama neyle karşılaşacağını bilmeden bu projeye gönüllü olmuş Goreng’in mülakat sahnelerine yapılan kısa geri dönüşlerden fazla bir şey anlaşılmıyor. Neye göre ikili şekilde eşleştirildikleri belli olmayan, yanlarına istedikleri bir obje almalarına izin verilen bu insanlar için üst katlardayken pek sorun gözükmese de, günler sonra alt katlarda gözlerini açtıkça beslenmenin hayati önemi onları her türlü duruma hazır hale getirmeye başlıyor. Fikrin sahibi David Desola, kendine özgü bir “besin zinciri” tasarlayarak bir taşla birkaç kuş vurmayı başaran bir senaryo inşa ediyor. En üstten başlayıp altlara indikçe azalmaya mahkum lezzetli yemekler olarak basite indirgenemeyecek bu motivasyon, özünde sınıfsal farklılığın deşildiği mükemmel bir simülasyon olarak ortaya çıkıyor.
Bir üst kattakilerin bir alttakileri görebilmelerine rağmen konuşmadığı, bir dakika içinde yemeklere saldırırken alt kattakileri hiç düşünmediği bu sistem, kapitalizmin hırpaladığı insanların böylesi anormal bir ortamda yaşamadığı halde mevki, makam, rütbe, para, pul sayesinde kendini başkalarından üstün gören, onları umursamayan bencilliklerinin sağlamasını yapıyor. Aynı zamanda akıllara beş yıldızlı otellerin her şey dahil restoranlarında sanki bir dakikaları varmış gibi davranan insanların açgözlülüklerini de getiriyor. Bu bencillik ve açgözlülük, güçlünün olduğu kadar açlığa dayanıklı olanın ve tabii ki bencilin de hayatta kaldığı böyle bir deneysel ortamda işleri kolaylaştırıyor. Fakat zamanla ayak uydursa da, daha ilk günden beri bu sistemi kabullenmekte zorlanan, nasıl bir yere geleceğini bilmeden kendine obje olarak Don Kişot kitabını seçen Goreng, sözde kayıp kızını aradığı için platforma binip kat kat gezen Miharu’dan, yıllarca platform seçmelerinde masa başı görevi yapıp hücreye gönüllü giren Imoguiri’den, sonra da kaçma planları yapan Baharat’tan edindiği tecrübelerle kendi planını yapıyor. Yel değirmenlerine kafa tutarcasına bu işe bir yerden çomak sokmak, işleyen sisteme bir mesaj iletip işleyişi aksatmak istiyor. Film ve dizi oyuncusu Katalan aktör Ivan Massagué performansının etkileyiciliğine de ayrıca dikkat çekelim.
David Desola, baştaki mutfak çalışanları dışında platform oluşumuna dahil hiç kimseyi görmememizin gizemini de koruyarak Goreng ve Baharat’ın plan sürecini işleme koyuyor. Zaten suçlularla gönüllülerin birbirine karıştığı bu topluluğun nasıl bir kabus içinde yaşadıklarını çeşitli yönleriyle hissettirmesine rağmen, bu bölümle hislerimizi bir tık öteye taşıyarak kaosun boyutlarını somutlaştırıyor. Hiyerarşinin anarşiye dönüştüğü, sağlam mide gerektiren bu kaos, gelişmiş platform teknolojisi içinde orman kanunlarının geçerliliği ironisini yansıtıyor. Snowpiercer’ın yatay sınıfsal farklılığını dikey konuma getirip kendini bir adım daha ileri atarak “spontane dayanışma” tartışmasına da zemin hazırlıyor. İçinde bulunduğumuz salgın hastalık psikolojisine cuk oturan bir tartışma bu. Aynı binada bile birbirini tanımayan günümüz insanlarının böyle bir dayanışma türüne olan uzaklığı dahi mümkünken, platform gibi olağan dışı bir ortamda bu beklentinin iyimserliğine de yer açmaya çalışıyor. Bu iyimserliğe de yine kendi cevabını veriyor. Yiyecek saklamanın yasak olduğu, ama mahkumların birbirini öldürmesinin, hatta söz konusu açlık olunca başka şeyler yapmasının serbest olduğu bilim kurgu düzenine sahip bu tesisin 6. veya 202. katında olmanın farklı ruh hallerini hem ortak, hem de farklı bir ambiyansla harmanlayan yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia ise tam manasıyla senaryonun hakkını veriyor. Ancak aynı senaryo, işin o sıfırıncı kata gönderilecek mesaj kısmını başta iyi düşünmüş olsa da, tümüyle tatmin eden bir final yapamıyor. Seyircisinden finalle ilgili fazlaca efor beklentisine giriyor. Yine de El hoyo, yukarıda saydığımız filmler arasına bundan böyle rahatlıkla dahil edebileceğimiz güçlü bir sınıf alegorisi sunarak türün unutulmazları arasına giriyor.
Osman Danacı