Thomas Bidegain ve Noé Debré’nin senaryosunu yazdığı, Bidegain’in ilk yönetmenliği olan Fransa/Belçika ortak yapımı Les Cowboys, uzun yıllara yayılan bir kayıp öyküsü. Un prophète (2009), De rouille et d’os (2012), Dheepan (2015) gibi önemli yapımların senaryo ekiplerinde yer almış olan Bidegain, bazı “ilk” olmanın eksikliklerine rağmen içten içe dramatik bir tutkuyla hikayesine sarılan bir film çekmiş. 1994 Ekim’inde dört kişilik bir ailenin bölgedeki country – western fuarına katılmasıyla başlıyor. Eski bir country müzisyeni olması sebebiyle çevresinde sevilen Alain, fuarda ailesiyle hoş vakit geçirir. Bir ara sahneye çıkıp Tennessee Waltz’i söyler, kızı Kelly ile dans eder. Ne var ki günün sonunda 16 yaşındaki Kelly hiç bir iz bırakmadan kaybolur. Alain polise gider, odasını karıştırır, arkadaşlarıyla görüşür. Onlardan Ahmed adlı müslüman bir erkek arkadaşı olduğunu öğrenir. Üstüne bir ulusal güvenlik görevlisi evlerine gelip sorular sorunca aklına radikal islamcı gruplar tarafından kaçırılmış olabileceği gelir. Zaman geçtikçe hiç bir sonuç alamayan, yetkililerden ümidi kesen Alain, kendi gayretleriyle günler, aylar, yıllar sürecek bir arayışa başlar. Küçük oğlu Kid de büyüyünce babasıyla bu arayışa dahil olur. Bidegain, filmin ilk yarısını bu kaybolma gizeminin her an çözülebileceğiyle, yıllar geçse de çözülemeyeceği arasında tekinsiz bir yerde tutmayı başarıyor. Bazı bağlantıları sayesinde kızı hakkında tüyolar alıp, farklı ülkelerde bu tüyoların peşine düşen Alain’in bu kaybı kabullenemeyişi ilk yarıya çok sade ve gerçekçi yansıyor.
Ancak Bidegain, yıllar süren bu iz sürümünü betimlerken o yılların nasıl geçtiğini kesin çizgilerle belirtmek istemiyor. Hangi yılda olduklarını, arada geçen zamanda neler yaptıklarını vurgulamadan filmi normal akışında götürüyor. Bu kurgulama şekli bir yandan zamanda fazla sıçramalar yapıldığı için derme çatma, fakat diğer yandan doğal akışı değiştirmeyip sadece Kelly’nin izine en fazla yaklaşıldığı zaman ve mekanlara götürüldüğü için gerekli bir hale bürünüyor. Bu ilk yarıdaki takip sürecinde kızının nerede olduğunu bir türlü öğrenemeyen Alain’in bunu saplantı haline getirişi, başka hiç bir şey düşünüp hissedemez oluşu, sanki uyuşturucu bulamayan bir bağımlıya dönüşmeye başlaması çok iyi çiziliyor. İkinci yarıda ise bu kurgu biçimi fazla bozulmadan adeta başka bir filme geçiyoruz. Burada kendisine Kid diye hitap edilen Alain’in oğlu Georges öne çıkıyor. Tüm girişimlerden ve ihbarlardan bir sonuç alamadıkları için kayıp ablasından giderek ümidini kesen, bu kaybı babası kadar saplantı haline getirmeyip kendi yolunu çizmiş Georges’u farklı bir coğrafyada buluyoruz. Ama bu coğrafya, orada tanıştığı insan tüccarı bir Amerikalı’nın da ümit verişiyle ona Kelly’ye çok yakın olduğu hissiyatını veriyor. Bu vesileyle babasıyla olan iz sürme geçmişinin de etkisiyle Kelly’nin kayboluşunu onun da aşamadığını, bu aşılmazlığın da tehlikeli sularda nasıl bir kaosa sebep olabileceğini yaşayarak öğreniyor. Fazla detaya girmeden, genel olarak bir kayıp üzerinden yıllara yayılan belirsizliğin insan zihninde yol açtığı hazımsızlık ve psikolojik yıpranmışlığı kendi çapında iyi etüd etmiş bir dramla karşı karşıya olduğumuzu söyleyelim.
İkinci yarıda da yılların ve olayların hızlı gelişmesine rağmen bunu dingin bir anlatımla başarabilen Bidegain, kilit sahnelerle bu yılların özetini çıkarabiliyor. Tarzına yakışır şekilde dingin ama çok dokunaklı bir finalle belirsizliğine nokta koymasını da biliyor. Kaçırılma mı, yoksa kendi rızasıyla terk etme mi gibi belirsizliklerin bu finalle pek bir önemi de kalmıyor aslında. Geçmişi sorgulamak yerine o final anının hüzün dolu tonuyla ilgileniyor. Sıkıntılarla dolu geçmişin götürdüklerini, yıprattığı psikolojileri ardında bırakmış, kendini zamanın akışına ve o akışın değiştirdiklerine bırakmış tuhaf bir rahatlama hissiyle bu uzun macera sona eriyor. Baba-oğulu canlandıran François Damiens ve Finnegan Oldfield, film nasılsa ona uygun bir performans gösteriyorlar. Yani abartısız, ama kendi içinde bu belirsizliğin yarattığı fırtınalarla boğuşan, uç noktalara çekildiğinde de patlamasını bilen gerçekçilikte. Filmin adına istinaden, country kültürüne yakın bir toplulukta yaşayan Alain ve Georges’un şartlar gereği iz süren birer kovboya dönmelerinin western janrındaki karşılıklarını hem pastoral, hem de kentsel boyutlarda görmekteyiz. Her ne kadar yolculuğun getirdiklerini uzun bir yayılma sürecinde zamanda sıçramalarla izlesek de, Les Cowboys için kapsamlı bir neo-western yol filmi demek de mümkün. İspanya’nın Almería şehrine ait Almería Western Film Festivali adında mütevazi bir ödül organizasyonu olduğunu fark etmemizi sağlayan, bu festivalin 2016 ayağında En İyi Neowestern Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Les Cowboys, içine girmesi kolay da, zor da olsa, girildiği vakit tortu bırakabilecek filmlerden.
Osman Danacı