Ekspresyonizmin Weimar Cumhuriyeti’ni kasıp kavurduğu günlerde Max Reinhardt’la çalışma ayrılacağına sahip olan, sonrasında da 24 yaşındayken Reinhardt’ın yerine Viyana’daki Josefstadt Tiyatrosu’nun müdürlüğüne yükselen Otto Preminger kariyerine tutkulu bir tiyatro yönetmeni olarak başlar. Viyana’dayken sahnelediği oyunlar dönemin sanat çevresini etkilerken, faşizmin yükselişiyle birlikte pek çok yetenekli sanatçı gibi Preminger da şansını Hollywood’da dener. 1940’lı yıllarda Avrupa’da savaşla birlikte sinema duraklama dönemine girse de Preminger’ın yükselişi tam da bu dönemde gerçekleşecektir. Laura (1944) ve Fallen Angel (1945) gibi iki önemli kara film örneğiyle birlikte bir anda Hollywood’un gözde Avrupalı yönetmenleri arasına girer. Ancak bu filmlerden de sonrasında yöneteceği Exodus (1960) ve Advise & Consent (1962) gibi önemli yapımlardan da ziyade Preminger’in ismi sinema tarihinde daha çok “Jean Seberg’i keşfeden yönetmen” olarak geçer. Peki kariyerinde toplamda 33 uzun metrajlı sinema filmi çeken, 40 yaşında hayatını kaybeden Seberg’in ismi niçin bu kadar önemlidir?
Jean Seberg, sinemada ilk defa kamera karşısına geçtiğinde henüz 18 yaşındadır. Bernard Shaw’un oyunundan Preminger tarafından uyarlanan Aziz Joan (Saint Joan, 1957) filmi için on binin üzerinde oyuncu arasından seçilir. Seberg, filmde Carl Dreyer’in Jeanne D’arc’ın Tutkusu (La Passion de Jeanne d’Arc, 1928) filmindeki Maria Falconetti gibi “acının sureti” konumuna evrilecek derecede fiziksel anlamda güçlü bir oyunculuk sergilemekten çok uzaktır. Ancak Seberg’in kısacık saçları, kırılgan, hüzünlü ve masumiyet timsali havasına karşın Jeanne Darc’ın azmini ve inancını gösteren güçlü duruşu, karakteri Falconetti’den farklı bir konuma götürür. Filmlerin çekimi sırasında vücudunun bir bölümü yanan ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan Seberg için bu sansasyonel deneyim yıldızlığa doğru çıkışta merdivenin ilk basamağını oluşturur.
Preminger’la birlikte ikinci projesi olan Françoise Sagan’ın kitabından uyarlanan Günaydın Hüzün (Bonjour Tristesse, 1958)’den sonra ise tüm dünyada tanınmasını sağlayacak Jean-Luc Godard’ın Serseri Aşıklar (A Bout de Souffle, 1960) filmindeki Patricia karakterine hayat verir. 1960’larda Yeni Dalga tüm dünyada büyük bir patlama yaparken, Yeni Dalga’nın ikonik karakterleriyle eşleşen Seberg, Jean-Paul Belmondo, Jean-Claude Brialy ve Anna Karina gibi oyuncular da aynı şekilde amatörlükten hızla yıldız statüsüne yükselir. Yeni Dalga ve Godard etkisi kadar Seberg’in bu kadar yükselmesinin nedenlerinden biri de Seberg’in hem fiziksel görüntüsünün hem de karakter özelliklerinin tam da o dönemde yaşanan toplumsal ve kültürel dönüşüme karşılık gelmesidir. Seberg, kısa saçlarının yanı sıra özgür, şehirli, modayı yakından takip eden ve kendisini istediği şekilde ifade etmeyi başaran kadınlar için de bir semboldür. Bu yüzden de dönemin özgürlükçü hareketlerine, siyasi atmosferine ve sinemasal devrimine de karşılık gelir.
Benedict Andrews’un Seberg filmi de oyuncunun Preminger’la birlikte çalıştığı ilk filmi olan Aziz Joan ile Seberg’in hikâyesini anlatmaya başlar. İlk film, ilk sahne, ilk trajik deneyim… Sonrasında Romain Gray’le evliliğine ve 1968 Mayıs’ına atlarız. Seberg’in eşine, çocuğuna ve Fransa’yı bırakarak Amerika’ya gidişine tanıklık ederiz. Şunu baştan söylemek gerekir ki, Seberg filmi ne dört başı mamur bir Jean Seberg biyografisi ne de Seberg’in hayatının kırılma anlarının yaşandığı dönemi derinlikli bir şekilde resmeden bir dönem filmi… Film, ikisi olmaya da çalışmıyor. Başlangıçta Seberg’in hayatından önemli kesitleri video klip estetiğiyle sıçramalı bir kurguyla atlaya atlaya göstererek o bölümü hızla geçiyor ve esas derdi olan Amerika’daki bölüme sıçrıyor.
Seberg, 1960 yılında Serseri Aşıklar filminde oynadıktan sonra Fransa, İtalya, Almanya ve Amerika’da da çeşitli yönetmenlerin filmlerinde oynamaya devam eder ancak kariyeri hızlı çıkışıyla kıyasladığımızda bir duraklama dönemi içerisine girer. Preminger ve Godard gibi yönetmenler yerine piyasaya çalışan, daha ortalama olarak tabir edilen yönetmenlerle birlikte gişe işlerinde yer alır. 1968 yılında Amerika’ya gittiğinde Amerikan sineması Avrupa’da modern, yenilikçi ve sınırları zorlayan filmlere kıyasla büyük bir kriz içerisindedir. Eski tür filmlerinin iş yapmaması, seyircinin salonlardan ayağını çekmesi, üniversitedeki yeni hedef kitlenin beğenilerinin değişmesi ve yasal düzenlemelerle birlikte major şirketlerin büyük bir zarar içine girmesi Hollywood’u zorlamaktadır. Neşeli Günler (The Sound of Music, 1965)’in beklenmedik gişe başarısı üzerine Hollywood bu dönemde müzikal denemelerine girişir. Seberg de Amerika’ya döndüğünde kendisini bu müzikal denemelerin içerisinde bulur. Fakat sinema anlamında istediğini bulamasa da Avrupa’daki değişim rüzgârları Amerika’da da esmektedir ve yükselen siyahi hareket Seberg’in de ilgisini çeker. Afro-Amerikalıların haklarını savunan Kara Panterler’le bu dönemde yakınlaşmaya başlar. Örgüte maddi anlamda destek olur.
Film, Seberg’in Amerika’ya gidişiyle birlikte Kara Panterler’e yakınlaşması, siyahi hareketin o dönemdeki önemli figürlerinden Hakim Jamal’la ilişkisi ve FBI’ın takibine girişine odaklanır. Ancak filmin temel gövdesi ismine de yansıyan şekilde Seberg’in hayatı olsa da, filmin dramaturjisi Seberg’in kendisinden çok Seberg ile FBI arasındaki mücadele üzerine kurulur. Bu yüzden de FBI adına takibi yapan karakterlerden Jack Solomon da filmin başrollerinden birine dönüşür. Buradaki tercihi ayırt etmek önemlidir. Film, Seberg’in biyografisi olmakla ilgilenmediği gibi dönemi anlatmakla da çok ilgilenmez. Seberg ile FBI arasındaki mücadeleyi casusluk filmlerindeki gerilim unsurları ve entrikayı öne çıkaran olay örgüsü üzerinden aktarmaya çalışır. Bunu yaparken de Seberg’in karşısına büroda çalışan diğer arkadaşlarından farklı olarak duygusal anlamda empati kurabilen ve aynı zamanda ev hayatına ve birlikte olduğu eşine de önem veren bir karşıt karakter çıkartır. Jean Seberg’in kariyerinin dibe vurmasına ve çocuğunu düşürmesine neden olan, intiharına doğru gidecek yolda onun derin bir depresyon içerisine girmesine sebebiyet veren faaliyetlerde bulunan FBI, bu şekilde seyircinin nezdinde topyekûn bir ötekileştirmeden kurtarılır. Seberg’in kocası Gray’i, birlikte ilişki yaşadığı Jamal’i ya da filmdeki diğer önemli karakterleri ekarte ederek Jack’in Seberg’in karşısında esas karakter olmasının nedeni bununla ilgilidir. Dramaturjik anlamda riskli olan ve filmin aksını farklı noktalara çekerek ana konudan uzaklaşmamıza neden olan bu bakış açısı diğer taraftan da FBI’ın aklanmasına ve yapılan takibin nedensiz olmadığına dair de bir perspektif geliştirilmesine neden olur.
Filmin dağılarak farklı noktalara sıçrayan ve sıçradığı hiçbir noktayı tam anlamıyla derinleşemeden aktaran anlatım zaaflarından ziyade esas sorunlu kısmı FBI üzerinden geliştirdiği bakıç açısıdır. Amerikan savaş filmlerinde de benzerlerini gördüğümüz şekilde odak, eylemin kendisinden ziyade içerideki çürük elmalara çekilir. FBI’ın yaptığı gözetleme faaliyetlerine ve sonrasında Seberg’in özel hayatını bulvar basınına servis etmesine karşılık Jack’in ne olursa olsun doğru bildiklerinden ödün vermemesi ve son kertede vicdanını dinlemesi öne çıkar. FBI’a odaklanmaktan seyirciyi alıkoyan, Jack üzerinden farklı yaklaşımların varlığını da gösteren bakış açısı nihayetinde muktedirin altında ezilenin sadece azizliğiyle varolabileceği bir final karşımıza çıkarır. Finalde Jack vicdanını rahatlatır, Seberg barda aklını kaçırmanın kıyısında hüzünlü gülümsemesiyle kameraya bakar ve Serseri Aşıklar’ın finalindeki gibi seyirciye meydan okuyan bir bakışla hâlâ ayakta olduğunu gösterir. Başına gelen her şeye rağmen güçlü olmaya çalışır ve ayaktadır.
Filmi, kurmacanın bittiği noktanın biraz ilerisine alalım. Seberg 1979 yılında, henüz 40 yaşındayken, kendi arabasının arkasında battaniyeye sarılı bir şekilde ölü olarak bulunur. Son eşi Gray de Seberg’in ölümünden bir yıl sonra intihar eder. Ancak kurmacanın sınırları bizi 1968-1972 yılları arasında sıkıştırır. Kurmaca, Seberg-FBI mücadelesini başlayıp biten bir spor müsabakası gibi anlatır. Dolayısıyla filmin açtığı parantez Seberg hakkında bildiğimizi düşündüğümüz olaylara yönelik FBI’in bakış açısını somutlaştırır. Film, hikâyeyi FBI üzerinden anlattığı için Seberg bu trajedide sadece sansasyonel bir yıldız, Afro-Amerikalıların mücadelesine sempatiyle yaklaşan bir “turist” olarak vardır. Anlatı, onun ismiyle ve varlığıyla başlamasına karşılık anlatının dışındadır hep. Ötekiyle birlikte kurduğu karşıtlık aracılığıyla varlığı somutlaşır ve anlatıda kendisine yer bulur. Onun dışında yaşayan, düşünen, hisseden, dokunan ve derinleşen bir karakter olarak Jean Seberg’i göremeyiz. Film, daha çok bize FBI’ın takibindeki dosyalarda yer alan özelliklerden türetilen bir Seberg replikası sunar.
Barış Saydam