Malysone Bovorasmy ve Filippo Meneghetti’nin senaryosunu yazdığı, Meneghetti’nin yönettiği Deux, her ikisinin de ilk uzun metraj deneyimi olmasına rağmen yıllarını festivallerde geçirmiş tecrübeli sinemacılardan eksiği olmayan bir işçilik ve duyguyla yoğrulmuş dramlardan. Aynı apartmanda, karşılıklı dairelerde oturan Nina ve Madeline adlı 60’larındaki iki emekli kadın aynı zamanda uzun yıllardır beraber olan iki sevgilidirler. Bu aşkı çocukları dahil herkesten gizlemişlerdir. İki sevgilinin hayali, bu beraberliği kimseden gizlemek zorunda kalmadan özgürce yaşayabilmek için evlerini satıp Roma’ya yerleşmektir. Ama çocukları Anne ve Frédéric ve torunu Théo ile aynı şehirde yaşayan Madeline için ayrılmak o kadar kolay değildir. Kağıt üstünde iki kadın arasında uzun yıllar sürmüş tutkulu bir ilişki tasarlayıp bizi o ilişkinin önemli bir karar aşamasından hemen öncesine götüren ve hikayesine oradan başlayan film, iki kız çocuğunun nehir kenarındaki bir parkta saklambaç oynadıkları sekansla açılıyor. Nina ve Madeline’nin (ya da Nina’nın ona seslendiği şekliyle Mado’nun) birdenbire önümüze konan ve inanmamız beklenen uzun soluklu ilişkisinin inşası, gücünü büyük ölçüde onların anlamlı ve sevimli hatlarından alarak yavaş yavaş yol alıyor.
Mado’nun korumacı kızı Anne ve babasını aldattığı için ona kızgın oğlu Frédéric ile stabil görünmeyen ilişkisi, Nina ile olan uzun süreli gizli ilişkisiyle çatışmaya başlayınca, Roma’ya taşınıp yeni bir hayata başlama hayali üzerinden güçlü bir ikilem oluşuyor. Bu hayal için para biriktiren, planlar yapan, heyecanlanan ikilinin bu samimiyeti seyirciye geçmekte pek de zorlanmıyor. Ancak Mado’nun çocuklarıyla arasındaki dengelerden kaynaklanan sorunların, kendini Mado’ya ve onunla yeni bir hayata başlamaya adamış Nina’nın heyecanıyla karşı karşıya gelmesi filmin en önemli kırılma noktasını oluşturuyor. Çocuklarından dolayı valizini alıp gitmeyi o kadar kolay göremeyen, kendini Nina kadar özgür hissedemeyen, öte yandan çok sevdiği sevgilisinin bu heyecanını söndürmek istemeyen Madeline, bu süreç boyunca Nina’dan daha öncelikli ve derin bir karakter profili çiziyor. Ama onun bu cesaretsizliğinin yarattığı bir başka kırılma noktasıyla birlikte bu kez Madeline geri planda bırakılıyor. Böylece beklenmedik bazı olaylar sonrası aşkı için savaşan, onu geri kazanmayı saplantı haline getiren, bu inadı uğruna her şeyi göze alan bir Nina izlemeye başlıyoruz. Öyle ki, başlarda Madeline’in dramını sivriltmekle görevli olduğunu düşünebileceğimiz Nina ipleri eline alıyor ve belki de bu aşkın inandırıcılığının en güçlü öznesi haline geliyor.
Aynı yaşlarda kapı komşusu olmaları, etrafın onları birer komşu/arkadaş olarak görmeleri konforu sağlasa da, artık birer hayat arkadaşı olmuş iki kadının bu konforun ötesine çoktan geçmiş özgür birer aşık olarak yaşama arzuları, hemen hemen her LGBT filminde olduğu gibi toplumsal engellerle karşılaşıyor. Deux’un bu normlara içten içe isyan eden bir yanı da mevcut. Zaten bu tarzın özünde bu isyan vardır. Ama içine düştüğü zor koşullara rağmen Madeline ve normalin üzerine çıkan inadıyla Nina ilerleyen yaşlarıyla bu engellere olan isyanı çok güçlü biçimde hissettiriyorlar. Kaybedilen yıllar sonrasında bulunmuş aşka sahip çıkma temasını, o aşkın önüne çıkan engeller eşliğinde pek çok filmde gördük. Bu filmlerde genelde yaşlı erkek ve yaşlı kadının önceki hayatlarından kalma tatminsizlikleri, pişmanlıkları, yorgunlukları tipik ikinci bahar gölgesinde ritmini bulurken, Deux bu ritmi gecikmiş bir ilkbahara yakın bir tutkuyla yoğurup, önceki hayatların tüm olumsuzluklarından bağımsız, kendi zamanına yoğunlaşmayı tercih ederek risk alıyor bir yerde. Buradaki risk, yol üstüne konması gayet basit senaryo engellerine çok fazla paha biçmeyip, kendisi için asıl önemli olanın o engeller karşısında nasıl bir tutum takınacağına dair ısrarcı bir romantizmin peşinden gitmesi. Örneğin Portrait de la jeune fille en feu’da iki genç ve güzel kadının farklı bir zamanda yaşadığı aşktan vücut bulan şiirsellik, Deux’da iki yaşlı ve güzel kadının günümüz şartlarındaki gerçekçi çevre düzeninden farklı bir şiirsellik yakalıyor.
Önce Madeline’in, sonra da Nina’nın dramlarını kendilerine ait alanlarda sağlamlaştıran, özellikle de Nina’nın aşkını ve onunla gerçekleştirmek istediği hayallerini geri kazanmak için göze aldıklarıyla duygusal tonunu koyultan Deux, bu ton dahilinde ince gerilim anları da yaratıyor. Böylece genel anlamda aşkın çeperlerine dair vizyonunu -her ne kadar sonuna kadar kullanmasa da- duygu ve biçim olarak geniş tutuyor. Sadece başlangıçtaki saklambaç sahnesi ve ara ara beliren nehre düşmüş kız çocuğu imgesini ya hiç kullanmasaymış veya daha ilginçleştirip bu kadar işlevsiz kılmasaymış diye düşündürttü. Özellikle ne kadar kullanılsa az gelecek “inat” kavramıyla Madeline – Nina aşkını sürekli bileyleyen film, bu aşkın eski usül melodram ve güncel romantizm arasındaki kıvamını sürekli koruyor, kolluyor. O kıvam, iki aşığı canlandıran oyuncuların meziyetlerinde de açıkça görülüyor. Her ikisi de kariyerine 70’lerde televizyon dizileriyle başlamış Alman oyuncu Barbara Sukowa (kendisi efsane Berlin Alexanderplatz dizisinde de 7 bölüm rol almış) ve Fransız aktris Martine Chevallier gibi iki görkemli kadının bir bakışta, bir duruşta bile görülebilen asaletleri ve tecrübeleri bu özel aşk hikayesine çok şey katıyor. Ayrıca sözünü ettiğimiz engellerden ikisi olan Madeline’in kızı Anne (Léa Drucker) ve bakıcı Muriel’in (Muriel Bénazéraf) yan rollerdeki paylarıı da gayet dengeli. Deux çok iyi bir ilk film olması yanında, son yılların en nitelikli dramlarından da biri.
Osman Danacı