Alman romantizmi, sanat alanında bir damarın oluşmasını sağlarken; sanatı, rasyonel olanın egemenliğinden de kurtarmayı başarır. Sanatı, aklın ve gerçekliğin katı sınırlarından uzaklaştırır ve bilincin egemenliğini kırarak, onu özgürleştirir. Werner Herzog’un filmlerindeki, “yeni” olanla uzlaşamayan, moderniteye ve kapitalizme savaş açan, yönünü Batı yerine Doğu’ya doğrultan, akıl yerine akıl dışını savunan ve ilkel olana hayranlıkla yaklaşan bakış açısının bu açıdan sahip olduğu gelenekle tutarlı bir şekilde ilerlediğini görürüz. Filmlerinde modern hayatın dışında kalan mekânlara yönelen yönetmen, hem modern insanın rasyonel ölçütlerin dışarısına çıktığında yaşadığı çaresizliği ortaya koyar hem de “modern” alanın dışında hüküm süren deliliğin insan doğasındaki yerini araştırır.
Unutulmuş Düşler Mağarası (Cave of Forgotten Dreams, 2010) da, bu anlamda Herzog’un sinema kariyeri boyunca peşine düştüğü izleklerin devamı niteliğindedir. 1994 yılında Fransa’nın güneyinde tesadüfen keşfedilen Chauvet-Pont-d’Arc mağarasının duvarlarında yer alan ve 30-35 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen insanlık tarihinin en eski çizimleri, yönetmen için modernizmin karşısında primitif olana yakınlaşma fırsatı verir. Mağaranın kıvrımlarından da yararlanılarak duvarlara çizilen resimler, aynı zamanda insanlığın en eski sanat eserleri olması hasebiyle de Herzog’un ilgisini çeker. Bir önceki belgeseli Encounters at the End of the World (2007)’de yönetmen Antartika’ya yaptığı yolculukta, keşfedilen yeni türlerin davranışları üzerinden evrimle ve insan zekasının oluşum süreciyle ilgili birtakım soruları gündeme getirirken, Unutulmuş Düşler Mağarası’nda da sanat üzerinden insanlığı tanımlayan ögelerin neler olduğu üzerine bir tartışma zemini yaratır.
Mağaranın yüzeyindeki eğimlerin de etkisiyle âdeta üç boyutlu bir film karesiymiş gibi canlı ve dinamik bir görüntü veren çizimler, kuşkusuz modern tarihin ilk insanlara yönelik algısını da kırar. Chauvet-Pont-d’Arc mağarasının yakınlarında bulunan eski yerleşim yerlerindeki müzik aletleri, takı olarak kullanıldığı düşünülen süsleme eşyaları ve ruhani anlamı olduğu sanılan birtakım objeler, günümüzden 35 bin yıl önce yaşayan insanların sanatla da uğraştıklarının ispatıdır. Görselliğe dayalı bir estetik algısının haricinde, insan ruhuna hitap eden müzikle de ilgilenmeleri ve adak adanan yerlerde bulunan objeler belgeselde konuşan profesörlerden birinin de ifade ettiği gibi, “homo sapiens” sözcüğünün, insanı, dar bir kalıp içine hapsettiğini gösterir. Profesörün, aklıyla ve muhakeme etme becerisiyle çevresine hâkim olan “homo sapiens” yerine, insanın ruhani yanına da vurgu yapan “homo spiritualis”in kullanılmasını önermesi, bu açıdan da oldukça anlamlıdır. Bu, aynı zamanda Herzog’un filmlerinde insanın akli yanını sürekli işlevsiz kılan, insanın ancak steril ve güvenlikli modern hayatın dışına çıkıp doğayla baş başa kaldığı zamanlarda akıl dışı yanıyla bir bütün hâline geldiğini gösteren bakış açısıyla da koşutluk taşır.
Werner Herzog’un bütün belgesellerinde olduğu gibi Unutulmuş Düşler Mağarası da belli bir ana tema ve o ana tema çevresinde şekillenen belli başlı sorular üzerinden ilerlemez. Ayı Adam (Grizzly Man, 2005) ve Encounters at the End of the World belgesellerinde de fark edebileceğimiz gibi, Herzog belgesel çekmek için bir yere gittiğinde çoğu zaman çektiği belgeseli bırakıp, çevresindeki ilginç insanların hayat hikâyelerine yönelir ve buradan hareketle belgeselinde tuhaf bir atmosfer yaratır. Ayı Adam’da Timothy Treadwell ve kız arkadaşı Amie’nin başına gelenleri anlatırken, Treadwell’ın arkadaşlarının ve park çalışanlarının hikâyelerine de kulak verir. Encounters at the End of the World’de Antartika’ya giderken, onu gideceği yere götüren şoförün ilginç hikâyesi neredeyse belgeselin ilk kısmını oluşturur. Unutulmuş Düşler Mağarası’nda da daha önce sirklerde çalışan bir görevli ve ormanlarda koku alma duyusuyla keşfedilmemiş mağaraları bulmaya çalışan bir insanın hikâyesi sık sık belgeselin önüne geçer. Ya da belgeselin finalinde gördüğümüz gibi Herzog mağaraya ilgisini kaybederek, mağaraya yakın bir yerde açılan yapay bir yaşam alanına kamerasını uzatır ve oradan hareketle belki de başka bir belgesele konu olabilecek farklı bir meseleye geçiş yapar.
Çektiği her film Herzog için bir yolculuktur ve yolculuk sırasında Herzog’un karşılaştığı herkesin o yolculuğun anlamlandırılmasında önemli bir yeri vardır. Bu yüzden de, Herzog’un belgeselleri ve filmleri vahşi ve ilkel yaşama yönelik bir bakıştan çok, insanın kendi iç dünyasına ve doğasına bir bakışı beraberinde getirir. Unutulmuş Düşler Mağarası’nda yönetmen insanlığı oluşturan farklı katmanların peşinden giderek, kendi yolcuğunu, insanoğlunun tarih boyunca yaptığı yolculukla birleştirir. Walter Benjamin uygarlığın bütün ürünlerinin birer barbarlık ürünü olduğunu söylerken, Herzog da bu doğrultuda hareket ederek, uygarlığı ifade eden şeylerin altını oyar. Mağara duvarlarındaki çizimlerden yola çıkarak, sanatın insan yaşamı üzerindeki etkisini sorgular ve “homo sapiens” sözcüğünün insanı tanımlamaktan çok modern insana atıfta bulunan içi boşaltılmış bir metafor hâline geldiğinin altını çizer. Alman romantikleri gibi o da görülenin tasvirinin sanatla bir ilişkisi olmadığının farkındadır; bu yüzden de mağaradaki çizimler vasıtasıyla düşlerinde, insanlığa ait olduğunu düşündüğü bir imgelem yaratır ve onun peşinden gider.
Barış Saydam