Roman ve oyun yazarı, aynı zamanda yönetmen Florian Zeller’in Le Père adlı kendi oyunundan uyarladığı The Father, İngiltere/Fransa ortak yapımı bir dram. Zeller’a bu oyunu beyaz perdeye uyarlamada yardımcı olan isim ise, Dangerous Liaisons, Atonement, The Quiet American, Carrington gibi roman ve oyun uyarlamalarından tecrübeli Christopher Hampton. (Bu film vesilesiyle ilginç bir not olarak Hampton yine Anthony Hopkins’in başrolde olduğu 1985 tarihli The Good Father filmini Peter Prince romanından uyarlayan kişi.) The Father, ait olduğu tiyatro kumaşını özellikle diyalog bazında bir sinema filmine de yakıştıran, dekor ve performans dengesini yine bu kumaştan sağlayan bir yapım. Yaşlandıkça dengesizliği ve unutkanlığı artan, onunla ilgilenen kızı Anne’i (Olivia Colman) zorlayan, depresif ama bir yanıyla da eğlenceli bir adam olan Anthony’nin (Anthony Hopkins) hastalığının kritik eşiğinde hikayeye dahil oluyoruz. Tüm ihtiyaçlarını karşılayan fedakar kızı Anne’in, tanıştığı adamla Paris’e yerleşmeye karar verdiği bu eşik, onunla yaşamaya alışmış Anthony’nin bu hastalığı yüzünden akıbeti ile yüzleşememesine yol açıyor.
Hafızayı, düşünmeyi ve sosyal becerileri etkileyen bir grup semptomu tanımlayan, bir çok türü bulunan “demans” (ya da yaygın ismiyle bunama) hastası olan Anthony, çalıştığı için her zaman evde olmayan kızı Anne’in bulduğu bakıcıları kaçıran, sürekli kendi başının çaresine bakabileceğini iddia eden, gittikçe artan hafıza sorunlarıyla mücadele eden, bu sorunları kabullenmeyen bir adam. Florian Zeller, kendi yazdığı oyunun kağıt üstünde basit görünen konusunu perdeye aktarırken teatral dengeleri ihmal etmeden, sinema avantajlarını kullanarak gerçek bir kurgu başarısı gösteriyor. Filmi anlayabilmemiz, anlamsız gözüken sahnelere anlam yükleyebilmemiz için bizi Anthony’nin zihnine kapatıyor adeta. Bir gün önce yaşadıklarını unutarak yeni güne başlayan, sadece Anne’i hatırlayan, onun verdiği kısa hatırlatmalara rağmen hatırlamadığı davranışlarına kendi mantığı ile sahip çıkan Anthony, artık hastalığın ilerlediği bu evrede o mantık ile de ciddi sorunlar yaşamaya başlıyor. Filmde Anthony dışında üç kadın, iki erkek karakter daha var ve onların Anthony’nin zihninde sürekli yer değiştirmeleriyle yaşadığı tuhaflıklar seyirciye aynen yansıtılıyor. Öyle ki, bir müddet sonra Anthony’nin bir anda kendini içinde bulduğu Hitchcock tarzı bir Alacakaranlık Kuşağı atmosferi bile soluyoruz. Zeller, Anthony’nin zihinsel istikrarsızlığını pratiğe dökerek, onunla yaşadığımız tekinsiz özdeşleşme sonrası kendine harikulade bir oyun alanı yaratıyor.
Florian Zeller, Anthony’nin bu sorunlu sürecine dahil ettiği ayrıntıları, bu sorunlu zihnin kenarlarına ve köşelerine o kadar ustalıkla yerleştiriyor ki, seyircinin bir anda her şeyi anlamasına, kendi kronolojisini oluşturmasına izin vermiyor. Her gün bir türlü bulamadığı kol saatini saplantı haline getiren Anthony’nin kayıp giden zamanı zaptetme çabası gibi, bizim de filmin ritmini yakalama ihtiyacımız beliriyor. Ama Zeller bunu bir ihtiyaçtan ziyade bir gizem kozu olarak mimliyor. Kolunda olduğu vakit kendini güvende hissettiği bu kol saati, sürekli övdüğü ve özlediği, ortalarda olmayan küçük kızı Lucy, gerçekte kime ait olduğu tam anlaşılmayan geniş apartman dairesi, Anne’in gidip gitmeyeceği belli olmayan Paris belirsizliği gibi ayrıntıların çevrelediği bu mental kaos, bunun bir kaos olduğunu hissettirerek ama kırılgan ve stilize bir üslupla organize ediliyor. Sık sık evin bölümlerini insansız olarak gösteren planlar, Anthony ve Anne’in dalıp gittikleri anlar, konuşmayan ama düşünen sahneler yaratma becerisine sahip. Bunun yanında Anthony, Anne ve Paul’ün tavuk yedikleri akşam yemeğinde yaşanan mükemmel döngü ve Anthony’nin küçük bir şoka neden olan Lucy rüyası, bu hastalığın başka semptomlarına da çarpıcı bakış açıları sunuyor.
Bütün bu olumlu bileşenleri sunmak için Anthony Hopkins ve Olivia Colman ikilisinin ustalıklarından faydalanmak filme başka bir seviye daha atlatıyor. The Father’ın orijinalinin bir tiyatro oyunu olduğu bilgisi, bu ikilinin karşılıklı sahnelerinde sık sık onları tiyatro sahnesinde hayal etmemizi sağlıyor. Özellikle filmde kendi adını ve doğum tarihini kullanan 83 yaşındaki Anthony Hopkins, kariyerindeki onlarca parlak performansa çok sağlam bir halka daha ekliyor. Sosyal medyadaki eğlenceli paylaşımlarını andıran birkaç deli dolu sahne yanında, yaşadığı tuhaf olayları, etrafındaki karakter değişimlerini anlamlandıramayan, unutkanlığını kabullenemeyen çaresizliği olağanüstü. Yaşlılığın doğal etkilerini, terkedilme korkusuyla kaplanmış çocuksu reflekslerle harmanlayan, her yönüyle sahici bu performansın özellikle finalde patlayan yolculuğu, bu kariyerin unutulmazlar arasında yerini alacaktır. Pandemi sonrası unutma temalı uydurma salgınlar ve gerçek hastalıklar üzerinden hafıza kavramının sorgulandığı senaryolar çoğaldı. Unutmak istemediğimiz kişi ve olayları unutmaya başlamamıza sebep olan hastalıkların vehametini, başımıza gelmeden anlayamayacağımızın, çaresizliğimizin farklı versiyonları ilham verici dram fikirleri yarattı. The Father ise, en trajik hastalıklardan birini, o süreci yaşayan bir adamın zihninden görmeye çalışan, gördüklerini de harikulade süzgeçlerden geçiren birinci sınıf bir dram.
Osman Danacı