Ümit Ünal son filminde henüz daha genç kızken birbirlerine âşık olan ama durumun anlaşılmasıyla birlikte aileleri tarafından birbirlerinden uzaklaştırılan ve hayatları değişen iki kadının aradan geçen yirmi yıldan sonra karşılaşmalarını merkezine alıyor. Yönetmen iki kadın arasındaki ilişkiyi ekrana taşırken, aynı zamanda iki kadını da sınıfsal bir bağlam üzerinden de tanımlamaya çalışıyor. Eren ile Reyhan arasında sınıf ve statü anlamındaki farklılıklar okuryazarlık, entelektüel olma ve ayrıcalık kazanma durumları üzerinden film süresince alttan alta eşeleniyor. Eren’in Reyhan’a beslediği hayranlığın bir bölümü esasında onun kendisi gibi üst sınıf ve ayrıcalıklı bir statüye sahip olmamasına karşın kendisinden daha zeki olmasından ve daha çok şey bilmesinden de kaynaklanıyor. Reyhan’ın ise iğneleyici esprilerinin altında sürekli sınıfsal farklılık ve eşitsizliğin gündelik hayattaki karşılıklarını görüyoruz. Film, bu anlamda farklı sınıflardan ve farklı statülerden iki aşığı birleştirmesinin yanı sıra iki kadının bağlı bulunduğu sınıfsal bakışın da farklı biçimlerde de olsa sürdüğünü gösteriyor. Reyhan’ın filmde Yeşilçam filmlerinden verdiği örneğin ve kendisini Eren’in “kapatması” olarak düşünmesinin altında yatan durum da buradan kaynaklanıyor. Sınıfsal açmazları ve toplumsal önyargıları sarmalayan önemli bir çerçeve ise filmdeki karakterlerin aralarındaki ilişkinin yanı sıra çevreyle olan ilişkilerinde görünürlük kazanan otorite ile çatışma durumu. Karakterlerin kendi ebeveynleri ve toplum ile yaşadıkları çatışma da filmde önemli yer tutuyor. Eren’in otorite anlamındaki baba figürü ile arasındaki çatışma, Reyhan’ın tüm toplumu karşısına alarak toplumdan dışlanma ve izole olma durumu öte yandan Ümit Ünal sinemasındaki diğer karakterlerle de bir bağ kurulmasını sağlıyor. Karakterlerin otoriteyle yaşadığı sorunlar yüzünden sekteye uğrayan ait olamama durumu (bir anlamda aidiyet eksikliği ya da yoksunluğu) ve çürümeye yüz tutmuş gündelik hayatın içinde kaybolmuşluk hissi yönetmenin pek çok filminde de karşılaştığımız bir durum. Doğduğu topraklarda kendini kimsesiz, yersiz, yurtsuz ve değersiz hisseden bireyin sıkıntısı Ümit Ünal sinemasının da ana motiflerinden birini oluşturuyor. Darbe sonrası film çeken yönetmen kuşağının pek çoğunda hissettiğimiz aidiyet ve varoluş sorunu, kimliği tanımlayamama ve otorite altında farklı bir hayat sürüp bir tür “gölge” karaktere dönüşme durumu 9, Ara, Nar, Gölgesizler ve Sofra Sırları filmlerindeki gibi Aşk, Büyü vs. filminde de devam ediyor. Bu şekilde düşünüldüğünde filmi kendi istedikleri hayat yerine başkalarının onlardan istediği hayatı yaşamaya zorlanan ve istemedikleri bir hayatın içine sıkışan iki kadının kendileri için çizilen sınırları aşma süreci olarak da okuyabiliriz.
Hikâye her ne kadar yönetmenin benzer temaları ve benzer karakterleri etrafında şekillense de, biçimsel olarak Ümit Ünal son filminde farklı bir şey deniyor. Filmin büyük bir bölümünü sokakta titreyen, sallanan, hareket eden ve karakterleri takip eden bir kamera kullanımı ile izliyoruz. Filmdeki biçimsel yaklaşım hem seyircinin hikâyeye dışarıdan bir göz olarak dâhil olması hem de Reyhan’ın birlikte olduğu erkek arkadaşının ikiliyi takibinden doğan bir bakış açısı üzerinden kurgulanıyor. Filmdeki açılar ve perspektif, iki kadın adada dolaşırken onların peşine düşen bir erkeğin gözü üzerinden inşa ediliyor. O yüzden de iki kadının hikâyesine dışarıdan bakan bir gözlemci pozisyonunda kalıyoruz. Ümit Ünal’ın film boyunca kadın karakterlere ve aralarındaki ilişkiyi aktarma biçimine özen gösterdiğini ve özenli davranmaya çalıştığını fark etsek de, kimi sahnelerde erkeğin gözünden hikâyeyi aktarmanın hedeflenen şeyin yanı sıra “yeniden üretim” riskini de taşıdığını ifade etmek gerekiyor. Keza iki kadının seviştikleri sahnede de yönetmen sahneyi bütünsel bir şekilde göstermek yerine parçalayıp deforme ederek göstermeyi tercih ediyor. Sahneye haz verici bir nitelik kazandırmak yerine yapıbozumcu bir şekilde hazzı engellemeyi planlıyor. Ancak tepede birlikte otururken duygusal olarak patlama yaşayan iki karakterin durumu ve birbirlerine karşı duydukları tutkuyu seyirciye geçirmeyi başardıktan sonra sahne orada da bırakılamaz mıydı? Sonraki sahne gerçekten film için gerekli miydi sorusundan emin değilim. Keza iyi oynanmış olmasına rağmen Ayşenil Şamlıoğlu’nun oynadığı karakterin sahnesi de fazlasıyla uzayarak ritmi bozan ve filme “fazla” gelen sekanslardan biriydi.
Buna karşılık Eren’i oynayan Ece Dizdar’ın ve Reyhan’ı canlandıran Selen Uçer’in filmdeki kimyası karakterlerin duygularını geçirme noktasında çok başarılı. Film, sanki yazılan bir senaryodaki karakterleri oynayan iki oyuncunun performansı değil de, kendilerinin yazdığı bir metni yaşayan iki kadının doğal hâli gibi bir izlenim yaratıyor. İki oyuncu da filmin yaratım sürecinde filme ne kadar katıldılar bilemiyorum, ancak perdede iki kadının birbirlerine olan âşkını ve bağlılığını çok sahici ve insanın içine dokunan anlar üzerinden aktarıyorlar. Performanslarının önemli bir bölümü dile getirdikleri diyaloglardan ziyade birbirlerine karşı bakışları, jestleri, mimikleri ve fısıltıları üzerine kuruluyor. Sahiciliği veren esas unsur iki kadının da birbirlerine karşı geliştirdikleri beden dili. Filmde iki oyuncu da birbirinin performansını büyütüyor ve destekliyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com