Aristo, Poetika isimli eserinde tragedyanın korku ve acıma duyguları uyandıran eylemleri taklit etmesi gerektiğinden bahseder.[1] Bu, tragedyanın temelidir; çünkü tragedya her şeyden önce pathos’la ilgilenmektedir. Tragedyanın pathos’la ilgilenmesinin nedeni karakterlerin içinde bulunduğu durumlar aracılığıyla seyircide üzüntü ve acıma gibi yoğun duygular uyandırmak istemesidir. Bu nedenle de tragedyada erdemli insanların mutluluktan felakete sürüklenmesi de kötücül karakterlerin felaketten mutluluğa geçiş yapması da tercih edilmez. İlk durumda, erdemli bir karakterin iyi giden bir yaşantıdan sonra bir felaket yaşaması ve bir çıkmaza saplanması seyircide öfke uyandırırken; ikinci durumda ise eylemin sonuçları beraberinde bir trajediye neden olmadığından istenilen etki elde edilemez. Kötü bir karakterin anlatı içinde cezalandırılarak filmin sonunda mutluluğa ulaşması da tragedyada istenilen sonuçlardan biri değildir; zira bu durumda da seyircinin adalet duygusu tatmin edilse de, tragedyanın istediği korku ve acıma duygusu seyirciye geçmez. Aristo, acı çeken kişiyle kendimizi özdeşleştirdiğimiz zaman ancak korkuyu hissedebileceğimizden bahseder.[2] Kötü olan bir karakterin mutluluktan felakete düşmesi de, felaketten mutluluğa geçmesi de bizde istenilen etkiyi uyandırmaz. Bu durumda, tragedyanın oluşabilmesi için gerekli karakter tipi erdem, adalet, ahlâk ve kötülük bakımından çok uçlarda olmayan, herkese uyarlanabilecek ortalama bir iyi/kötüdür. Bu karakterin mutlu bir yaşam sürerken bir sebeple suçlanması, kendisini suçlu hissetmesi ve içinde çatışma yaşaması esastır. Böylece dönüşüm karakterin ahlâksal kötülüğünden değil, iyi bir öze sahip olmasına rağmen işlediği suçtan dolayı iç dünyasında başlayan kırılmadan meydana gelir.
Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde Onur Ünlü yarattığı tragedyayı vurgulamak için karakterlerine insanüstü “süper” güçler verir. Ölümsüzlük, duvarların içinden geçebilme, elini silâh gibi kullanabilme, nesneleri hareket ettirebilme ve zamanı durdurabilme gibi özelliklere sahip karakterlere bu şekilde tragedyalardaki yarı-insan yarı-Tanrı niteliği kazandırılır. Ama burada önemli olan karakterlerin bu güçlere sahip olmaları değildir; tam tersine bundan önceki Ünlü filmlerinden de alışık olduğumuz üzere Ünlü varlıktan çok yoksunluğa göndermede bulunur. Burada temel mantık, bu özelliklerin insanlara kazandırdıkları değil, kazandıramadıklarıdır. Prologda “insan, endişeden yaratılmıştır” sözüne atıfta bulunan yönetmen, yarı-Tanrısal karakterlerin de özünde yaşadıkları çatışmaya bizleri ortak eder. Endişeden, dertten, tasadan ve biteviye bir sorgulamadan muzdarip karakterlerin oluşturduğu tragedyanın temel sorusu esasında “bu dünyada niye olduğumuz”dur. Başkarakterin çıktığı yolculuk çevresinde yönetmen bizi bu soruyla yüzleştirir.
Varoluşsal Sıkıntı ve “Saçma”
Cemal karakteri filmin başında sürekli kafasında bir tekerleğin döndüğünden, aslında o tekerleği kafasında kendisinin döndürdüğünden ve sonra gözlerini açmasına rağmen hâlâ aynı tekerleğin dönmeye devam ettiğinden bahseder.[3] Jean-Paul Sartré’ın Bulantı kitabındaki Roquentin karakterinin varoluşunu sorgulamasına benzer Cemal’in zihnindeki tekerlekle ilgili ifade ettikleri. Roquentin de “ben varım” diyen acı dolu düşünceyi çevreleyenin kendisi olduğunu ve bunu bir şekilde engellemek istediğinin ama varoluş acısı olarak ifade ettiği “acı dolu gevelemeden” bir türlü kurtulamadığını söyler.[4] Cemal’le Roquentin’in varoluş sıkıntısı çekmesi çevreleriyle uyumsuzluklarının artmasına sebep olur; çünkü onlar sorguladıkça hiçliğin farkına varırlar ve “saçmayla” yüzleşirler. Bu farkındalık onları çevrelerindeki patetik karakterlerden farklı bir boyuta götürür; artık onlar kaçınılmaz kaderlerine başkaldıran trajik kahramanlardır.
Filmde Cemal karakteri dışında kalan karakterler kaderlerine boyun eğmiş, sorgulamayı çok önceden bırakmış ve yazgıları altında ezilen patetik karakterler olarak karşımıza çıkar. Kadere karşı başkaldıran bir kahramanın çektiği acıdan ve yaşadığı trajediden çok, Nurdan Gürbilek’in ifadeleriyle söylersek; daha baştan kaderin sillesini yemiş, masum ya da korumasız, öksüz ya da yetim, ezilmiş ve aşağılanmış olanın acısını üzerlerinde taşırlar.[5] Ama Cemal’in durumu farklıdır; Cemal içinde bulunduğu düzenden rahatsızdır ve bunu sorgular. Diğer karakterler gibi kabullenmek yerine yaşadığı varoluşsal sıkıntıyı anlamlandırmanın peşine düşer. Cemal’in kafasındaki tekerlekten başlayan sorgulamalar film ilerledikçe insanların dünyada bulunmalarının nedeninin arkasında yatan motivasyonları araştırmaya kadar gider. Diğer Onur Ünlü filmlerindeki karakterler gibi Cemal’in de karşılaştığı durum farklı değildir. Kaotik bir düzen içinde kendisini anlamlandırmaya çalışan birey bir süre sonra bu çabasının anlamsızlığını idrak eder ve bu duruma mantıksal bir açıklama getirmenin aslında yaşamdan daha absürt olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Bu çerçevede Cemal’in yolculuğu beraberinde bireyin yaşadığı bunalım, içsel karmaşa, yabancılaşma, umarsızlık ve yalnızlık gibi meseleleri de sorgulatır. Cemal’in içinde bulunduğu dünyanın açıklanamayan büyük bir karmaşanın mekânı olduğunu ve dolayısıyla kendisinin de bu dünyada bir sürgün olduğunu fark etmesiyle başlayan içsel çatışmaları ve iç dünyası ile dış dünya arasındaki uyumsuzluk ekrana yansıtılır. Cemal’in yolculuğu çok basit bir şekilde içinde bulunduğu durumu açıklayamamasından kaynaklanır ve “bize başka bir şeyin lazım” olduğunu fark ederek bunun peşine düşmesiyle devam eder. Ama yolculuğu onu her şeyin rastlantısal ve amaçsız olduğu, mantığın yersiz ve yetersiz kaldığı bir yere götürür.
Filmin bir sekansında Cemal ile Yasemin karşılıklı otururlar ve çok sayıda hap içerler. Daha sonra içtikleri haplar nedeniyle kafaları güzel olan karakterlerin gökyüzüne doğru uçtuklarını görürüz. Dışarıdan bakıldığında gülünç olan ve ilk anda seyirciyi tebessüm ettiren bu sekans, birkaç saniye içinde tam tersi bir etki uyandırır. Esasında karakterlerin çıkışsızlığını gösteren ve yaşamın “saçmalığına” vurguda bulunan bu eylemin duygusu komikten trajiğe döner. Karakterlerin ilk etapta anlaşılmaz gelen davranışları ve absürtlükleri, içerisinde yaşadıkları daha büyük bir “saçmadaki” durumları göz önüne getirildiğinde, komik olandan trajik olana doğru bir geçiş yaşanır. Ünlü’nün karakterleri acınası gülünç karakterlerdir; ama onları acınası gülünç yapan şey yaşadıkları sorunlar ya da başlarına gelen şeyler değil, tersine varoluşsal olarak yaşadıkları dünyayla aralarındaki bağlantısızlıktır. Burada da tragedyadaki gibi korku ve acıma duyguları mizansen ve olay örgüsü aracılığıyla kendiliğinden doğar. Ünlü filminde bağlantının kesintiye uğradığı, bilinçdışının açığa çıktığı ve insanın akli yanının işlemediği anlarda, seyirciyi acıma ve korku gibi duygularla baş başa bırakır. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminin ve genel olarak Ünlü sinemasının belki de en ilgi çekici yanı buradadır: Seyirci izlediği sekanstaki duygu yoğunluğunu ilk anda çözemez ve gördüğü sahneyi anlamlandıramadığından gülümseyerek tepki verir; fakat bir süre sonra sahne anlamını bulduğunda duygu da değişmektedir. Dışarıdan bakıldığında komik olan, içine girildiğinde acınası bir gülünçlüğe dönüşür ama o duyguya esas anlamını veren şey korkudur. Yeniden yazının başına dönüp Aristo’ya göndermede bulunursak, acı çeken kişiyle kendimizi özdeşleştirdiğimiz zaman ancak korkuyu hissederiz. Buradaki korku tekerleğin gözümüzü açsak da dönmeye devam etmesinin yarattığı korkudur; insanın endişeden yaratıldığının farkına varmanın korkusudur. Bu anlamda, Onur Ünlü filmde bir grup karakterden çok insanlığın yaşadığı tragedyaya atıf yapar.
Barış Saydam
Kaynakça
[1] Aristoteles, Poetika, çev: İsmail Tunalı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2008, s. 36.
[2] Aristoteles, a.g.e., s. 37.
[3] Monoloğun tam hâli şu şekildedir: “Bazen bir tekerlek dönüyor kafamda. Ben kendim döndürüyorum o tekerleği kafamda. Nasıl desem böyle… Bir tekerlek kuruyorum aklımda. Onu hayalimde döndürmeye başlıyorum. Sonra gözlerimi açıyorum, dursun diye… Durmuyor, durmadan dönüyor.”
[4] “Örneğin şu ben varım diyen acı dolu geveleme: Onu çevreleyen benim. Varım, var olduğumu düşünüyorum. Ah bu var olma duygusu ne uzun bir şerit. Bende yavaş yavaş açıyorum onu. Düşünmeyi engelleyebilsem bari! Deniyorum, başarıyorum: Başım dumanla doldu gibime geliyor… Derken işte yeniden başlıyor.” Jean-Paul Sartré, Bulantı, Çev: Selâhattin Hilâv, İstanbul: Can Yayınları, 2002.
[5] Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, İstanbul: Metis Yayınları, 2008, s. 51.
Not: Bu yazı daha önce Hayal Perdesi Sinema Dergisi’nin 34. sayısında (Mayıs-Haziran 2013) yayımlanmıştır.