Pit Agarmen’in romanından Jérémie Guez, Guillaume Lemans ve Dominique Rocher’in uyarladığı, ilk ve şu ana kadar tek uzun metrajı olarak Dominique Rocher’in yönettiği La nuit a dévoré le monde (The Night Eats The World), birkaç eşyasını almak için uğradığı bir ev partisinde içkinin de etkisiyle uyuyakalan Sam’in ertesi sabah başladığı hayatta kalma mücadelesini anlatan bir film. Bulunduğu binadaki insanların zombiye dönüştüğünü, dışarı bakınca da Paris’in zombilerce istila edildiğini fark eden Sam, yaşadığı şoku atlattıktan sonra dışarı çıkamayacağını ve mahsur kaldığı apartmanın artık tek yaşam alanı olduğunu anlar. Bu durumu kabullenince hayatta kalmak için sistematik bir düzen kurması gerektiğinin bilinciyle apartmanın diğer dairelerine tehlikeli ziyaretler yaparak erzak, kıyafet ve işine yarayacak başka eşyalar arayışına girer. Bu ziyaretler tehlikeli olabilir zira bazılarında hala zombiye dönüşmüş sakinler bulunmaktadır. Roman ile uyarlaması arasındaki ilişkinin ne boyutlarda olduğunu bilmesek bile, filmden Pit Agerman’ın bir hayatta kalma mücadelesi yanında, büyük ölçüde Sam’in yalnızlıkla olan imtihanına dair vurgusuna vakıf olabiliyoruz. Yaşayan ölüler türüne dair basmakalıp tercihlerden kaçınamayacağını anlayan yazarlar veya yönetmenlerin farklı arayışlar içinde olmaları, bu ürkütücü fantastik fenomenden insan olmaya yönelik çıkarımlar peşinde yol almaları gayet olumlu. La nuit a dévoré le monde, ekonomik biçimde bu klişelerden faydalansa da özellikle yalnızlık olgusu üzerine düşündürücü tavrıyla bu yapımlardan biri.
Bu zombi salgını nasıl ortaya çıktı, Sam’in bulunduğu apartman dairesindeki partiye nasıl bulaştı gibi sorularla uğraşmadan onun sarhoş bir gece sonrası böyle bir dünyaya uyanmasıyla ustaca zamandan kazanan, yine de birkaç gerilim/aksiyon hamlesiyle Sam’in rehin kaldığı bu yeni dünyayı özetleyen film, asıl uğraşmayı düşündüğü “bir adamın korkunç yalnızlığı” sadedine geliyor. Sam geniş dairelerden oluşan bu apartmanda kendini güvene aldıktan sonra her evden yaşaması için gerekli yiyecek, giyecek ve çeşitli araç gereçler topluyor. Evin içinde walkmenini takıp sabah koşusu yapıyor, bateri çalıyor, çeşitli eşyalarla deneysel müzik yapıyor, bulduğu bir paintball silahıyla dışarıdaki zombileri vuruyor. Ama bunun yanında ufak seslerden irkiliyor, geceleri kabuslar görüyor ve korkunç bir yalnızlık çekiyor. “Dünyada kalan son insan” fantezisinin orijinalliği, seyircide yarattığı empatinin gücüyle ölçülebilir. Sam’in, ailesi tatile çıkmış çocuk gibi mahsur kaldığı apartmanın dairelerinde dolaşması, odaları kurcalaması, ihtiyacı olan şeyleri toplaması, onun durumunda kalmamız halinde bizim de yapacağımız, hatta keyif bile alabileceğimiz yaramazlıklar gibi görünüyor. Duvarlardaki kan izleri, dağıtılmış odalar, kimi zaman Sam’in bu izole huzuruyla ironik bir uyum yakalıyor. Dışarıdaki ölümcül salgından korunmak için evde kalmanın zorakiliğini yaşadığımız şu dönemden habersiz bir zamanda dile getiren film, salgın gölgesinde oluşturulan güvenli ortamların bile bir süre sonra insanı ve sahip olduğu önceki özgürlüklerini nasıl daralttığını da vurguluyor.
Sam, ruhen daraldıkça, günler önce özgürlük sandığı duyguyu yalnızlık gerçeği ile değiştirmeye başlıyor. Aradan kaç gün geçtiği, Sam’in ne kadar süre binada mahsur kaldığı bize söylenmiyor. Filmin başındaki ev partisi bölümünde insan kalabalığının hissettirdiği gereksiz karmaşadan uzak, huzur dolu bir yalnızlık, artık yerini ev içinde bir ses, bir canlı arayışına bırakıyor. Binanın eski tip asansöründe mahsur kalan Alfred adlı enfekte adam ile ara sıra konuşması, dışarıda gördüğü kediyi eve almak için hayatını tehlikeye atması, sırf sokaklarda canlı görebilmek için canhıraş biçimde bateri çalarak sese gelen zombileri balkon altına toplaması bu yalnızlığın ulaştığı boyutu gösteren örnekler. Ama kendisi gibi sağ kalmış biriyle karşılaşacak mı, bu durum Sam’in yalnızlığına ne ölçüde çare olacak, sonrasında neler yaşanacak noktasında seyirciyi kurnaz ve trajik biçimde ters köşeye yatıran iyi de bir fikri var. Aslında bu bölüm için de söylenecek çok şey mevcut. Fakat filmin bu noktada kurguladığı büyüsünü kendine saklamak en doğrusu. Danimarkalı yönetmen Joachim Trier filmleri Reprise ve Oslo, 31. august ile adını duyuran Norveçli aktör Anders Danielsen Lie’nin tek başına başarıyla sırtladığı rolüyle (senaryonun da büyük katkılarıyla) seyirciyle empati kurmakta zorlanmıyor. Sınırları tam olarak bilinmeyen, bir sabah uyanıldığında dünyada ya da en azından bulunduğu coğrafyada tek başına kaldığını fark eden karakterlerin hikayelerine özellikle Avrupa sinemasının özgün yaklaşımlarını görmekteyiz. La nuit a dévoré le monde, Avusturya/Almanya yapımı Die Wand (2012) ve İtalya/Almanya yapımı In My Room (2018) gibi bir zombi tehditi olmadan gizem, gerilim, felsefi derinlik yaratmamış olsa da, zombi tehditini yalnızlık temasıyla çok buluşturmuş bu örneklerden biri.
Osman Danacı