1980’ler Türkiye’de pek çok şeyin değişmesinin miladıdır. Turgut Özal ve ANAP’la birlikte Türkiye’nin neoliberalizme hızla entegre olma çabası, yapılan siyasi ve ekonomik reformlar, geniş bir alana yayılan özelleştirmeler, orta sınıfların mevcut durumunda değişim yaratır. Darbe sonrasında siyasi, ekonomik ve toplumsal hayattaki modernleşme hamleleri profesyonelliğin, uzmanlaşmaya duyulan ihtiyacın ve piyasa mekanizmasının da güçlenmesine sebep olur. Doksanlı yıllarda kendisini geliştiren yeni orta sınıflar, kendisinden önceki kuşaktan farklı olarak, eğitim ve uzmanlaşma sayesinde bilgi ve teknolojiye hâkimiyetlerini pekiştirirler. Özellikle işletme alanında master yapan, yabancı dil bilen, önemli üniversitelerden mezun olmuş, küresel dünyaya entegre olabilen bir kitleden söz etmek mümkündür. Ali Şimşek bu kitleyi şu şekilde tanımlar: “Bu sınıf kalifiyesiz beyaz yakalılara göre göreli ayrıcalıklı iş ve piyasa koşullarıyla ayırt edilebilecek yeni orta sınıfın ‘üst’ kısmını tanımlamaktadır. Bu ‘hizmet sınıfı’ neredeyse hizmetler sektörünün -bankacılık ve finans, bilişim sektörü, medya ve halkla ilişkiler, reklâmcılık- geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyüdüğü, 1980’li, özellikle de 1990’lı yılların şık vitrini olacaktır.” (1)
1980 sonrasında yaşanan değişimler bu sınıfın büyümesine neden olduğu gibi, hizmet sektöründeki genişleme de bu sınıfın gerekliliğini gösterir. Hızlı büyüyen yeni orta sınıfların topluma entegrasyon süreci ise, toplumda bireyleşmede bir artış yaşanmasını beraberinde getirir. Çağlar Keyder yeni orta sınıflardaki bireyleşme eğilimini şöyle ifade eder: “Bireyleşme, insanları otoritenin tanımladığı veya ailenin, mahallenin tekelinde olan ortamların dışına çıkarıyor; birbiriyle uyuşan yaşam pratiklerinin seçtiği yeni mekanlar yaratıyor, toplumsallaşmada yatay ilişkiler ön plana çıkıyor. Devletten ve mahalleden bağımsızlaşmış yaşam modelleri değer kazanıyor.”(2)
Keyder’in ifade ettiği gibi yeni orta sınıfların mekân tercihleri, yaşam standartları, tüketim alışkanlıkları özelleşen bir eğilim gösterirken, aynı zamanda tüm bu eğilimler zamansal, mekânsal ve uzamsal olarak da bireyin yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar. Sözsüz pek çok kuralın, davranış biçiminin ve kültürün sarmaladığı toplum içinde, toplulukla birlikte yaşayan; öğrenen, gelişen ve bilgi ve becerisini aktaran birey yerine kendi içine hapsolan, yalnız ve yabancı bir birey gelir.
Yeni Orta Sınıf Hayatının Yansımaları
Rüzgarda Salınan Nilüfer, tam da söz ettiğimiz yeni orta sınıfı gözlemleyen bir yapım. Yönetmen, iki farklı çiftin birbirleriyle ve toplumla ilişkilerini, hayattan beklentilerini ve içine düştükleri boşlukları resmeder. Ele aldığı karakterleri herhangi bir şekilde eleştirme kaygısı hissetmeden, anlamaya, yaşamlarının içerisine sızmaya gayret eder. Korhan ve Handan çifti Bağdat Caddesi yakınında küçük kızlarıyla steril ve konforlu bir üst-orta sınıf hayatı yaşar. Film, mutlu görünen çekirdek aile aslında çok içe kapanık, yalnız, birbirine yabancılaşmış ve birbirini aldatan çiftlerden oluşuyor klişesini yeniden üretmek yerine, bu klişenin altında yatanları ve böylesi bir hayatın nasıl sürdürülebilir bir hâl aldığını araştırır. Aileyi oluşturan bireylerin yaşamlarındaki yalnızlık ve boşluğu anlamaya çalışır.
Seren Yüce’nin ilk uzun metrajlı filmi Çoğunluk’taki gibi Rüzgarda Salınan Nilüfer de detay diyebileceğimiz ama bütünü anlamak için kilit önem taşıyan sahnelerle doludur. Bu, yeni orta sınıfların çift kişilikli yaşamlarını anlamaya da yardımcı olur. Gündüz eğitim ve profesyonelleşme gerektiren iş mekânlarında düşünceli ve iş bitirici olan erkekler, eve döndüklerinde amiyane tabirle “göbeğini kaşıyan adama” dönüşür. Derviş Aydın Akkoç’un ifadesiyle, yeni orta sınıflar bir tür “inceltilmiş kabalıkla” yıkanmıştır.(3) Eylemleri karşıdakine fiziksel bir şiddet uygulama üzerine değildir; psikolojik şiddetle karşısındakini sindirerek, onun üzerinden bir otorite inşa eder. Filmdeki Korhan karakterinde bunu gözlemlemek mümkündür. Çift arasında çıkan tartışmalarda bu tür filmlerde sıkça gördüğümüz şekilde, Korhan’ın fiziksel şiddete başvurmasını bekleriz. Ancak Korhan fiziksel şiddet yerine eşini sindirerek, onun “boş” heveslerini yüzüne vurarak, ona karşı psikolojik ve örtük bir şiddet uygular. Kibir, aşağılama, paranın gücü, otorite vb. şeyler jestlerde ve dilde açığa çıkar. Bu yüzden detay olarak gözüken pek çok plan aslında bizlere yeni orta sınıfın bilinçaltını gösterir.
Filmde öne çıkan şeylerden biri de tüketim alışkanlıklarıdır. Karakterler sürekli bir tüketimin içerisindedir. Özellikle Handan kocasına kızgınlığını bile satın aldığı ürünler aracılığıyla ifade eder. Tüketim, çiftler arasında bir iletişim aracına evrilir. Raphael Samuel tüketimin yeni orta sınıfları diğerlerinden farklılaştıran bir özellik olduğunun altını çizerek, yeni orta sınıfların tüketimle olan ilişkisini açıklar: “Yeni orta sınıfın ayırıcı özelliği, tasarruftan çok harcama yapmasıdır. Gazetelerin renkli Pazar ekleri ona hem bir fantezi yaşam, hem de bir dizi kültürel ipucu sunar. Yeni orta sınıfın kültürlü olma iddiasının önemli bölümü, ister mutfak takımları, ister Avrupai yemek, isterse hafta sonu yat gezileri ve sayfiye evleri olsun, gösterişli biçimde iyi bir beğeni düzeyinin sergilenmesine bağlıdır.”(4)
Samuel’in tüketim üzerinden ifade ettikleri önemlidir; çünkü yeni orta sınıfların durumu kadar Seren Yüce’nin karakterlerinin durumlarını da açıklar. İtalyan ve Çin yemeği yiyen, yurtdışındaki sayfiye yerlerinde tatil yapan, Jazz müzik tutkunu çiftin alışkanlıkları bir gösteriş çabasının ürünüdür. Gerçekte Korhan da Handan da ekonomik kalkınmışlıkları nedeniyle birden üst-orta sınıfa atlamış karakterlerdir. Sınıf geleneğinden yoksun bir biçimde tüketerek ve gösterişle, yaşamak yerine göstermeyi tercih ederek hayatlarını sürdürürler. Burada yeni orta sınıfların yaptıkları işlere ve aldıkları eğitime karşı, mevcut esnaf zihniyetini sürdürdüğünü görürüz. Özellikle Korhan karakteri bu açıdan belirleyicidir. Evdeki tatlı bozulduğu için karısı tatlıyı çöpe atar, ama Korhan yenisini almak yerine çöpten çıkarıp yemeyi tercih eder. Nerede yemek yiyelim sorusunun cevabı Korhan için hep aynıdır. Karısını aldatmak için internetten tanımadığı biriyle flört eder. Yazının başında bahsedilen “göbeğini kaşıyan adam” tiplemesi ne içinde bulunduğu sınıfa uyum sağlamayı başaran ne de o sınıfın çizdiği sınırların dışına çıkabilen Korhan için uygundur. Türkiye’nin modernleşme sürecinde yaşadığı sakatlıklar yeni orta sınıfın sınıfsal bilince sahip olması noktasında da tekrar eder. Vücudu başka aklı başka yerde olan karakterlerin hikâyelerine ortak oluruz.
Ötekileştirme ve Dışlama
Yaşanan yüzeydeki hayatla bilinçaltına bastırılan davranış biçimlerinin tezatlığı, yeni orta sınıfların ötekileştirme süreci olarak da okunabilir. Bu anlamda mizah dergilerinin doksanlı yıllarda ülkenin nabzını tutarken yararlandıkları maganda tiplemesi ele alınabilir. Taşralıları hor gören, cahil, kaba, kirli, çirkin ve kadın düşkünü şeklinde resmeden maganda tiplemesi, yeni orta sınıfların ve elitlerin kendi farklılıklarının altını çizen, karşılarındaki grubu ötekileştiren ve öteki üzerinden iletişim kurmayı bir pratik hâline dönüştüren bir sürecin başlangıcıdır. 2005’te gazeteci Mine Kırıkkanat’ın Radikal’de yazdığı “Halkımız Eğleniyor” başlıklı köşe yazısı hatırlanacağı üzere maganda tiplemesinin sadece karikatür dergilerinde çizilen gülmece öğesi bir figür olmadığını, sembolik bir değerinin olduğunu ortaya koyuyordu. Kırıkkanat yazısında plajlara donla giden, yol kenarlarında mangal yapan alt sınıf mensubu insanları aşağılayarak eleştiriyordu. Bu güruhu, şehirli olamamış, taşralı, gerici “kara kalabalık” olarak tanımlıyor ve bu durumu Araplıkla/Araplaşmayla ifade ediyordu.(5) Maganda ifadesi böylece alt sınıf ve öteki olabilecek pek çok şeyi içerisinde barındıran bir tür nefret ifadesine dönüşüyordu. Tanıl Bora, maganda tiplemesinin “öjenist bir öteki imgesi” olduğunu, ilk başta Kürtleri ve yoksulları ötekileştirdiğini, daha sonra dindar Müslümanları da içerisine aldığını söyler ve tespitlerine şu şekilde devam eder: “Türkiye’de modern/Batılılaşmış şehirli elit, bütün üst sınıflar gibi, öteden beri kendini avamdan, tehlikeli ve ‘geri’ alt sınıflardan ayırmış, onlara kâh küçümseme kâh endişeyle bakmıştır.”(6)
Cumhuriyet’in şehirli elitinden günümüzdeki yeni orta sınıflara döndüğümüzde, algının artarak devam ettiğini görürüz. Şehirli/taşralı ve modern/gerici tartışması yeni veçhelerle devam eder. Belki de Recep İvedik’le birlikte sinemamızdaki en dolaysız karşılığını gördüğümüz maganda tiplemesiyle grotesk bir hâl alan ötekileştirme ve bunun üzerinden kendi sınıfsal yerinin altını çizme durumu Seren Yüce’nin Çoğunluk filminde olduğu gibi yeni filminde de vardır. Çoğunluk’ta müteahhidin ve evin oğlunun hizmetçiye karşı yaklaşımının bir benzerini Handan’ın evdeki hizmetçiyle iletişiminde tanık oluruz. Sınıfsallık üzerinden giden, gündelik hayatın içine sirayet eden faşizan eğilimleri yönetmen efendi/köle ilişkisi üzerinden ortaya çıkarır. Çoğunluk’ta alt sınıf olmak, Kürt olmak, hizmetçi olmak tek paydada birleşerek ötekileştirilirken, Rüzgarda Salınan Nilüfer’de ise kendisine benzemeyen, kendisi gibi hareket etmeyenler çemberin dışına itilir. Handan’ın kitap çıkaran arkadaşı Şermin’le diyaloglarında bunu net bir biçimde görmek mümkündür. Kitap yazmanın çok kolay bir şey olduğunu, kendisinin de bir kitap yazabileceğini iddia eden Handan’ın kitabına verdiği isim ise, rüzgarda salınan nilüferdir. Nilüferin denizde yetiştiğini ve rüzgarda salınamayacağını bilmeyen Handan’ın kendisine önerilerde bulunan Şermin’e tavrındaki sınıfsal üstünlük ve psikolojik şiddet, az önce bahsettiğimiz ötekileştirme sürecinin bir uzantısına dönüşür.
Bu açıdan bakıldığında, Seren Yüce ilk filmindeki karakterlerini anlamaya, tanımaya ve onlardaki eğilimleri besleyen temel motivasyon kaynaklarını ortaya çıkarmaya yönelik tavrını yeni filminde de sürdürür. Yüzeyde kalan pek çok detay, karakterlerin jestleri, mimikleri ve dilleri yeni orta sınıfların bilinçaltını açığa çıkarır. Filmdeki hikâye ve çizilen karakterler toplumsal ve ekonomik bir bağlam üzerinden değerlendirildiğinde, Türkiye’nin seksen sonrası dönemde hızlı yükselen ve gittikçe toplumun geniş bir kesimine yayılmaya başlayan yeni orta sınıfların marazları kadar Türkiye’nin modernleşme sürecinde geçirdiği dönüşümün sıkıntıları olarak da okunabilir.