Paolo Cognetti’nin aynı adlı çok satan romanından, evli ve bir çocuk sahibi Charlotte Vandermeersch – Felix van Groeningen çiftinin uyarladığı ve yönettiği Le otto montagne (The Eight Mountains), Pietro ve Bruno adlı iki arkadaşın uzun yıllara, mevsimlere yayılan dostluğunu anlatan epik bir dram. 12-13 yaşlarında Alp Dağları’nda tanışan şehirli Pietro ve dağ köylüsü Bruno arasında kısa sürede kurulan dostluk, Pietro’nun babası Giovanni’nin bu iki çocuğa aşılamaya çalıştığı zor doğa şartlarına meydan okuma tutkusuyla perçinleniyor. Pietro şehirde yaşadığı için sadece tatillerde görüşebilen iki arkadaş, büyüdükçe birbirlerinden kopmaya başlıyor. Babasıyla da ilişkisi bozulan Pietro, kendi yolunu çizmeye karar veriyor. Ne zaman ki, yıllar sonra çocukluğunun en saf ve temiz yıllarını geçirdiği taşraya dönüyor, orada Bruno ile karşılaşıyor ve birlikte babasının da arzusu olan bir dağ evi inşa etmeye başlıyorlar. Her yıl bu evde buluşmak üzere de sözleşiyorlar. Her buluşmalarında aşkları, kayıpları, aileleri, ayrı geçirdikleri hayatlarını birbirleriyle paylaşıyorlar. Böylelikle dostlukları daha da pekişiyor. Aslında kağıt üzerinde pek fazla ayrıcalıklı durmayan bu konuyu, De helaasheid der dingen (2009), The Broken Circle Breakdown (2012), Belgica (2016) gibi filmleri yöneten Felix van Groeningen’in yönetmesi, üstelik bu defa oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch ile birlikte yönetmesi, filmi layık olduğu roman uyarlaması mertebesine çok dokunaklı ve sanatsal boyutlarla taşıyor.
Filmi yıl yıl bölümlere ayırmadan, doğal akışı tarihlerle, mekanlarla veya “10 yıl sonra” gibi ifadelerle bölmeden anlatan, ustalıklı, incelikli kurgu hamleleriyle kendine has bir ritim yaratan Groeningen/Vandermeersch, bu sayede film hantallaşmaktan, sıradanlaşmaktan kurtarıyor. Bu kadar dingin, huzur dolu, duygu yüklü olup da, aynı zamanda gereksiz ağırlaşmayacak kronolojik bir zamanlama hissiyatıyla çekilmesi, filme acelesiz, sindire sindire okunan bir roman estetiği katıyor. Bu büyülü atmosfer, Pietro ve Bruno’nun yanına farklı mevsimlerle bezeli doğayı, hatta beraber yaptıkları dağ evini bile birer karakter gibi eklemeyi başarıyor. O ev, bir babanın vasiyeti veya iki arkadaşın buluşma noktası olmasının ötesine geçip, gerçek dostluğun, emeğin, paylaşımın, şehir kaosundan kaçıp bir kucağa sığınmanın, insan – doğa bütünleşmesinin, beden ve ruh iyileştiriciliğinin kesişme noktası haline geliyor. Pietro ve Bruno’nun bu kesişme noktası dışında kalan hayatlarına ya çok az dahil oluyoruz ya da aradan geçen zamanlarda ne yaşandığını hiç görmüyoruz. Özellikle anlatıcı konumundaki Pietro’nun ara sıra duyduğumuz monologları, seyirci olarak bu dostluğun sembolü olan o dağ eviyle kurduğumuz bağı hiç unutturmuyor. Çocukluğundan beri o coğrafyadan kopamayan Bruno ve tek bir yere sabit kalamayan Pietro arasındaki bu zıtlığın tek ortak noktasını oluşturan evin sağladığı arınma, sığınma, huzur bulma hali seyirciye zahmetsizce geçiyor. Çünkü şehir keşmekeşinden bıkmış bizler için bu evren, o arınmanın, sığınmanın, huzurun da sembolü oluveriyor.
Pietro ve Bruno, ortak emek harcadıkları bu evin dostluklarını iyileştirici etkisi yanında, zaman zaman yıpratıcı yanını da yaşıyorlar. Evlilik, para, borç gibi bu pür doğa yaşamına hiç uymayan, o saflığa tamamen yabancı kalan kavramlarla yaşadıkları geçimsizlik, ilişkilerine de yansıyor. Özellikle Bruno’nun doğaya olan teslimiyetine ters düşen bu materyalist öğelerin, Bruno gibi yaşadığı coğrafyanın içinden çıkmadan özgürlük talep etmesi ironisine kapı açması, bazı gerçeklerle yüzleşmesine, onları arasında seçim yapmak zorunda kalmasına sebep oluyor. Oysa ne gerçekler, ne de seçimler onun için hiç önem arz etmiyor. Öte yandan, yerleşik bir hayatı fazla önemsemeyen Pietro’nun, adeta bir özgürlük ve bohem simgesi olan Nepal ve Himalayalar ilgisinin, sonra da dönüp dolaşıp kendisini dağ evinde bulmasının aidiyet ihtiyacı ironisi de onu sık sık yokluyor. Babası Giovanni ile arasını düzeltemeden onu kaybetmesinin vicdani yükü, Giovanni’nin son zamanlarında yanında olan Bruno’dan kendisi hakkındaki son düşüncelerini öğrenmek istemesi, Pietro’nun bu eve ve onun temsil ettiklerine sıkı sıkı bağlanmasını sağlıyor. Ona babasını ve vicdan borcunu anımsatıyor. Aslında Pietro ve Bruno, tüm bunların açığa çıkardığı, çocukluklarında kurdukları güçlü dostluğun akıntısına kapılmış karakterler. O akıntı ikisini de sık sık o dağ evine sürüklüyor. Kimi zaman hiç konuşmadan iki kişilik bir yalnızlığı paylaşıyor, kimi zaman şömine başındaki sarılma sahnesi gibi sıcacık bir dostluğun kanatları altına sığınıyorlar. İşte o ev, özgürlüğü, huzuru, vicdanı, iyileşmeyi, yası, sorumluluğu temsil ettiği kadar o dostluğun nefes aldığı bir sığınağı da temsil ediyor.
Le otto montagne benzersiz bir film değil. Bunun gibi yıllara, mekanlara yayılan dostluk hikayeleri izlemişliğimiz vardır mutlaka. Ama onu ve onun gibi kaliteli başka muadillerini özel kılan, hikayesini ustalıkla görselleştirmeyi bilmesi, kendine biçtiği süreyi (ki roman uyarlayan yönetmenlerin farklı süre tercihleri olabilir) en iyi sinema bileşenleriyle yorumlamasıdır çoğunlukla. Groeningen ve Vandermeersch, “roman gibi film” diye düşündüğümüz görselliğe o kadar önem vermişler ki, Groeningen’in tüm filmleri yanında Julia Ducournau’nun iki uzun metrajı Raw ve Titane’da da çalışmış Ruben Impens’in harikulade görüntü işçiliği ile büyülü bir roman/film ortak tutkusu oluşturmuşlar. Her karesi bir fotoğraf sergisine aitmiş gibi duran bu zenginliğe zaman zaman İsveçli şarkıcı – söz yazarı Daniel Norgren’in dokunaklı folk/country şarkıları da çok güzel eşlik ediyor. Luca Marinelli (Pietro) ve Alessandro Borghi (Bruno) arasında sağlanan kimya, yine filmin onlarca artısından biri. Aday olduğu ve ödül kazandığı çeşitli festivaller arasında en önemlisi olan 2022 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye olmasa da, Jüri Ödülü’ne layık görülen Groeningen ve Vandermeersch, hayat arkadaşı olmalarının avantajını işlerine de taşıdıklarını gösterircesine etkileyici bir uyarlamaya imza atmışlar. Gelecek projelerde de birlikte yönetmenlik yaparlar mı bilinmez. Ama çok önemli filmler çekmiş Groeningen’in artık alışılmış tarzından çeşitli farklar barındıran Le otto montagne, son yılların en iyi roman uyarlamalarından biri olarak, temelinde yatan hüzün, huzur, yalnızlık, dostluk kavramlarının etkileyici figüratif karşılıklarını taşıyan bir film.
Osman Danacı