1960’lı yıllardan beri faal olarak sinema eleştirisi yazan, pek çok önemli festivalin jürisinde yer alan, tüm dünyayı sinemayla ilgili konular vesilesiyle dolaşan ve FIPRESCI’de Genel Sekterlik görevi de dâhil pek çok önemli görevde bulunan Klaus Eder ile sinema eleştirmenliği ve eleştirinin günümüzdeki konumu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sinema eleştirmenliğinin konumunu geçmişle kıyaslarsak, günümüzde nerede görüyorsunuz?
Kariyerimin başında, Amerikalı film yönetmeni Howard Hawks hakkında yazmak istemiştim. Alman dağıtımcılarından onun birçok filmini buldum. Yine de en ünlü filmlerinden biri eksikti: Scarface (1932). Fransız Sinemateki’nde bir gösterim yapılacaktı. Ben de otostop çekerek Paris’e gittim ama gösterimin iptal edildiğini öğrendim. Aylar sonra, Prag’da Scarface’i seyretme şansı buldum. Günümüzde artık böyle bir sorunla karşılaşmıyoruz. Bilgisayarınızda yapacağınız bir tıkla postacı ertesi gün (yasal veya korsan satın alınmış) filmi kapınıza getiriyor. Artık sinema tarihi daha kolay ulaşılabilir bir durumda. Önce VHS (düşük kalitesine rağmen), şimdilerde ise DVD sinema eleştirmenliğinin vazgeçilmezleri oldular. Sinema üzerine yazmak için gereken temel bir şartı ortaya koyuyorlar: Filmleri seyretmek, filmleri seyretmek, filmleri seyretmek ve filmleri yeni baştan tekrar tekrar seyretmek. Bir eleştirmenin, 1983’teki uyarlama hakkında yazarken 1932’de çekilmiş Scarface’i bilmesi gerekmez mi? Bir Tarantino filmi seyredin ve yaptığı alıntılar için hangi kaynakları kullandığını görün. Hafızanıza güvenmek zorunda olduğunuz geçmiş yıllarda bu mesleği yapmak neredeyse imkânsızdı.
Esas kötü olansa sinemanın geleneksel mekânından, yani sihirli ışık demeti sayesinde büyük bir perde üzerine esrarengiz bir imge yerleştiren karanlık salondan ayrılmış olması. 35 mm’lik kopyalardan dijital baskılara geçişle birlikte o sihir yok oldu. İsterseniz buna ruh deyin, filmlerin bir boyutu kayboldu. Bu da beraberinde talihsiz bir eğilim başlattı. Özellikle daha genç ve daha az deneyimli sinema eleştirmenleri bir filmdeki hikâyeye odaklanarak estetik bileşenleri ve öyküleme tekniklerini kaçırır oldular.
Geriye atılan bir diğer adımsa sinema eleştirmenlerinin Perşembe günleri sinema salonlarında gösterime girecek filmler hakkında yazmaya başlamaları; hâlbuki günümüzde filmler artık yalnızca beyazperdeden değil, televizyondan, bilgisayarlardan, tabletlerden, akıllı telefonlardan, DVD’lerden seyredilebiliyor. Sinema eleştirmenleri konuya sadece bir açıdan yaklaşıyorlar. Eski güçlerini kaybetmeye başladılar.
Dünyanın pek çok farklı yerinde bu mesleği yapan insanlarla iletişim halindesiniz. Genel olarak günümüzde sinema eleştirmenliğinin başlıca sorunları neler?
Günlük veya haftalık çıkan gazeteler, alanında uzman olan veya olmayan dergiler satışlardaki düşüşten yakınıyor ya da kapanıyorlar (geçenlerde kapanan, Almanya’da ülke çapında günlük çıkan iki büyük dergi gibi). Editör kadrolarının sayısı azaltılıyor. Peki masrafları azaltma politikasının ilk kurbanı kim oluyor? Elbette ki spor değil, kültür. Tiyatro ve edebiyat da değil, sinema; ki bazı editörlere göre zaten kültürden değil, eğlenceden sayılıyor. Basılı yayınlarda ve başka klasik medya organlarında daha az yer almaları kesinlikle temel bir sorun.
Ünlü bir Amerikalı eleştirmen çalıştığı gazetedeki editörünün, Cannes’daki kırmızı halıdan her gün gelişmeleri aktarmasını istediğini söylemişti. Festivalin sonunda filmler hakkında ufak bir metin yazmasına izin verilmiş. Daha az yer almanın yanında, sinema üzerine yazılan birikim dolu metinlerin de azalması temel bir sorun.
Günümüzde sinema eleştirmenlerinin önemli bir bölümü sanki sinema endüstrisinin ihtiyaçlarını karşılamak için yazı yazıyor. Büyük bir firmanın büyük prodüksiyonlu bir filmi çıkıyor, bu filmin tanıtılması için yazı gerekiyor ve sinema eleştirmeni burada devreye giriyor. Bu sirkülasyon için ne diyebilirsiniz?
Maalesef bu çok yerinde bir tespit. Eleştiri yazısı, ancak o filmin dağıtımcılar tarafından karar verilen tarihte gösterime girince yayımlanıyor. Büyük çaplı festivallerde (Cannes, Berlin) halkla ilişkiler temsilcilerinin istediği ve size izin verdiği röportajları yapıyorsunuz. Paralel bölümlerde (Berlin’deki “Forum” ya da Cannes’daki “Yönetmenler’in İki Haftası” gibi) sıklıkla daha iyi filmler bulunmasına rağmen editörleriniz uluslararası yarışma hakkında yazmanızı istiyorlar. Bu bakış açısı yüzünden, sinema eleştirmenleri rızaları ve bilgileri dâhilinde olsun ya da olmasın sinema sektörünün bir parçası haline getiriliyorlar.
Film endüstrisinin oluşturduğu bu baskı ve yakınlık daha ufak, daha periferik, daha az önemli bir yayım sürecini körüklüyor. İşte bu yüzden sinema dergilerinin tarafını tutuyorum. Sinema üzerine kaleme alınmış genellikle daha iyi, daha derin, daha kültürlü ve bağımsız yazıları bu dergilerde okuyorsunuz.
Peki bu süreçte sinema eleştirmenin öncelikli rolü ne olmalı?
Sinema eleştirmenleri sinemayı, onun tarihini ve şiirselliğini bilirler. Sanat tarihine hâkimdirler, toplumsal ve siyasi bağlantılar hakkında bir fikir sahibidirler. Dolayısıyla, okurlarını meraklandıracak ve belki de gidip seyretmelerini sağlayacak bir fikir vererek filmleri açıklamak zorundadırlar. Sinema eleştirmenliğinin hedefi okurun sinemaya gitmesini engellemek değil, bilet satın almasına ön ayak olmaktır. Fransız eleştirmen André Bazin’in dediği gibi, eğer o filmi seyretmesi için tek bir okuru ikna etmeyi başarmışsanız, işinizi iyi yapmışsınız demektir. Hepsi bu. Sinema eleştirmenliği, o alana ilgi duyan bir topluluğun estetik anlayışını keskinleştirebilir. Kötü filmlerin kötü, iyi filmlerin de iyi bulunmasına yardımcı olur.
Sizin sinema eleştirmenini olarak öncelik verdiğiniz hususlar neler?
İyi bir film güzel bir kadın gibidir. İlk görüşte perdenin (bir perde varsa tabii) kalktığı ilk sahnelerden itibaren ona âşık olursunuz. Bir filmin coşkusuna kendinizi kaptırır ve zayıf yönlerini görmezden gelirsiniz. Bir filmdeki bu duygu yüklü reaksiyonu fark edilir kılmak için hep doğru kelimeleri –satırlar arasında verilmiş bir mesaj gibi– bulmaya çalışırım. Bu tarz dolaylı yargılar, “iyi” ya da “kötü” gibi yargılardan her zaman çok daha inandırıcıdır.
İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası gibi bugün bile yeni sinemacıları etkileyen iki önemli sinema akımının temelinde sinema dergileri var. Bugün böylesine etkili sinema dergilerinden, yazarlar topluluğundan ya da bu tarz güçlü bir entelektüel oluşumdan söz edemememizin başlıca nedenleri neler?
Bazı akımların kendi kuramlarını ve eleştirmenlik pratiklerini ürettiği doğru. Fransız Yeni Dalgası, film üretiminde auteur kuramıyla yakından bağlantılıdır. Kalem kullanarak yazmak ile kamera kullanarak yazmak arasındaki fark eriyip yok olmuştur (bkz. François Truffaut). Bu “okulun” gelişip varlığını sürdürebilmesinin tek nedeni, genç bir Fransız kuşağının yaşamına etki etmesidir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, İngiliz “Öfkeli Genç Kuşak”, Çek Yeni Dalgası, Genç Alman Sineması gibi diğer akımlar için de aynı durum geçerlidir. Bunlar yalnızca estetik akımlar değil, toplumsal hareketlerin filmsel dışavurumlarıdır.
Böylesi toplumsal hareketler var olmadıkları sürece yeni yönetmenlik ve yazarlık “okulları” muhtemelen ortaya çıkmayacaktır. Bu demek değil ki sinemada genç bir yönetmen veya genç bir yazar kuşağı yok; birçok ülkede böyle insanlar var fakat bireysel olarak yollarına devam ediyorlar ve bu yüzden de bir okul ya da bir akım ortaya çıkmıyor. Buna rağmen tek tük istisnalar mevcut: Toplumsal içerikli bir sinema yapan “Berlin Film Okulu”, devasa bir mali krizle çalkalanmış bir ülkedeki yaşamdan bahseden Arjantinli genç yönetmenler gibi…
Bugün özellikle de gazetelerde yazan sinema eleştirmenlerinin ne izleyecekleri ve ne yazacakları konusunda en belirleyici unsur editörler oluyor. Editörlerin sinema eleştirmenliğine etkisi konusunda ne diyebilirsiniz?
Kesinlikle canına okuyorlar. Yaz işleri müdürleri ve yayımcılar kültürün, bilhassa da sinemanın eğlence vasfını öne çıkartıyor ve birikim dolu, çözümlemeli, eleştirel metinleri demode bularak ve okurların ilgisini çekmediğini düşünerek reddedip tiraja katkıda bulunmaları için editörleri zorluyorlar. Yine istisnalar mevcut: Bazı büyük tirajlı günlük Avrupa gazeteleri; en azından orta Avrupa ülkelerinde yayımlananlar var.
İnternet siteleri ve bloglardaki yazarları takip ediyor musunuz?
Evet, sinema üzerine İnternet’te yayınlanan yazıları –mümkün olduğu ve zamanım elverdiği (ve okuyabildiğim lisanlarla sınırlı kaldığı) sürece– takip ediyorum. Bloglarla çok içli dışlı sayılmam. Öyle ya da böyle ticari amaç güden sitelerden ve profesyonel olmayan, amatör sitelerden uzak duruyorum. Öte yandan, günümüzde sinema üzerine yazılan en ilginç yazılar da İnternet’te. Sinema üzerine kaleme alınacak birikim dolu yazılar için İnternet çok geniş bir yer sunuyor. Fakat şu var ki, şimdiye kadar neredeyse hiç kimse geçimini İnternet’ten sağlayamadı.
Web yayıncılığının sinema eleştirisine etkilerini nasıl yorumluyorsunuz?
İnternet size uzun zamandır istenen bir özgürlüğü sunuyor: Temelde, canınızın istediğini istediğiniz uzunlukta yazabiliyorsunuz. Dezavantajı şu ki, birkaç istisna dışında kimse geçimini buradan sağlayamıyor. Diğer dezavantajı ise dünya çapında okunmak istiyorsanız İngilizce yazmak zorunda olmanız, ki bu da anadili İngilizce olmayanların daha çok zamanına mal oluyor ve kendi düşüncelerindeki ve söylemlerindeki zenginliğin sınırlanmasına yol açıyor.
Yine de basılı bir sinema dergisini elimde tutmayı tercih ederim; “gerçek” kitapları bir solukta okuma keyfinden bahsetmiyorum bile. İnternet ise başka bir keyif sunuyor: Dünyanın dört bir yanındaki meslektaşlarının filmler ve sinema hakkındaki düşüncelerini okumanın, yazılmış metinleri ve hatta filmleri keşfetmenin –ve kendi yazdıklarının dünya çapında okunmasının– keyfini. Şimdiye kadar, bu dediğim yalnızca metinlerle (ve görsellerle) devam ettirildi. Sinema eleştirmenleri İnternet’i benzer türdeki metinleri yayınlamak için başka bir imkân olarak görüyorlar. Bunda bir sorun yok. Oysaki metinler, görseller, müzik, sesli yorumlar, linkler, filmlerden karelerle zenginleştirilebilecek yeni bir sinema eleştirmenliği tarzı –İnternet’in tüm avantajlarını kullanan eleştirel bir sinema yaklaşımı– kurgulamak için de son derece cazip bir mecra.
Söyleşi: Barış Saydam