Filme dahil oluşumuz, evli, iki çocuk babası John’un Hollanda’dan Güney Afrika’ya dalışa gitmesinden hemen önceki son günleridir. Kırsalda kendi restore ettikleri evlerinde dört kişilik mutlu bir aile tablosu çizmişlerdir. John eşi ve çocuklarıyla çok iyi anlaşan, maceraperest, hayat dolu bir adamdır. Uzakta olduğu zamanlar ailesi kendisiyle hayali konuşmalar yapabilsin diye bahçeye eski bir telefon kulübesi bile koyar. Daha sonra vedalaşır ve gider. Bir yıl sonra filme tekrar dahil olduğumuzda John kayıptır. Hatta ortada bir beden olmamasına rağmen resmen ölü ilan edilmesi için eşi Merel’in onayı gerekmektedir. Ama Merel’in duygu durumu çok karışıktır. Çocukları Boris ve Ronja babalarının yokluğuna hala alışamamışlardır. Kocasının durumunun belirsizliği, çocukların bu belirsizlikle yaşamak durumunda kalmış psikolojileri onu çok yıpratmıştır. Bu kayıp, geride kalan üç fert için farklı suretlerde etkisini gösterecektir. Laura van Dijk ve Martijn de Jong’un senaryosunu yazdığı, iki kısa ve bir orta metrajdan sonra ilk uzun metrajını çeken Martijn de Jong’un yönettiği Narcosis, bir kayıp ve geride kalanların yas sürecini konu alan kimi dramların izinden giden ama biçim ve ifade yönünden kendi mütevazi zenginliğini de yansıtabilen bir dram. John’un akıbetinden ziyade ardında bıraktığı ailesinin değişime uğrayan hayata bakış şekillerine odaklanan film, başta eş ve anne Merel olmak üzere bu üç kişinin kırılganlığına çok iyi gözlemlerle bakıyor.
Narcosis bir yandan ana akıma dayalı filmlerin yas süreçleriyle ilgili bazı formüllerine sırtını dönmezken, art house’un minimal, pastoral ve şiirsel unsurlarıyla da denge kuruyor. Söz konusu, durumu belirsiz de olsa umutların tükendiği noktada duran bir kayıp olunca aile bireylerinin kendilerine ait alanlarında yaşadıkları psikolojik mücadeleler ince analizler gerektiriyor. Mesela Merel’den sonra en acı yıkımı yaşayan büyük çocuk Boris, hayattaki en önemli rol modelini kaybetmenin acısını farklı şekillerde yaşıyor. Küçük Ronja da yaşının masumiyetiyle babasına duyduğu özlemi yürek burkan cümlelere döküyor. Bu yas sürecinin en mühim aktörü Merel ise yalnız kalmış bir eş, iki ebeveynlik yük omuzlamak zorunda kalmış bir anne olmanın psikolojik tükenmişliğiyle mücadele halinde. Geri dönüşlerle pekiştirilen kocası John ile geçirdiği duygusal anların beslediği bu özlem, içinde bu kayba duyulan öfkeyi de taşımakta. Öyle ki, ailenin yakın dostu Sjoerd’in kapanmayan araba bagajını tamir etmesine bile tepki gösteriyor. Artık üç kişi kalmış ailesinin dinamiklerinin en ufak şekilde değiştirilmesine tahammülü yok. Çünkü bazen en ufak değişimler dahi büyük değişimlerin (artık John’un onlarla birlikte olmayışının) kabullenileceği anlamına gelebiliyor. Bu kabullenme Merel ve çocukları için büyük ve aşılması çok zor bir eşik. İşte Martijn de Jong, kayıplara tutunmalı mıyız, yoksa onları geride bırakıp yolumuz devam mı etmeliyiz yol ayrımına gelene kadarki yaşananların muhasebesini, sanki otobiyografik bir dokusu da varmış gibi bir zerafetle betimliyor.
Filmle ilgili belki de yapılabilecek tek eleştiri, Merel’in geçmişinde medyumluk yaptığı ve başka insanların kayıplarına halüsinatif erişimler sağlayabildiği bilgisi olabilir. Bu bilginin John’a erişim sağlama beklentisine yol açması bir bakıma filmin zarif gerçekliğiyle gölge düşürüyor. Bu sayede yaratılmaya çalışılan gizemin seyircide çalışma ihtimali gereksiz ana akım umutlanmalara yol açabiliyor. Oysa ailenin üç ferdinin kırılgan ve farklı yas süreçleri filmin sahip olduğu en kıymetli şey. Bunları kıymetli hale getirenler ise tabii ki yönetim, senaryo ve oyuncular. Boris ve Ronja’yı canlandıran çocuk oyuncuların yürek yakan doğallıkları, Hollanda sinemasının ve televizyonunun en tecrübeli aktörlerinden Fedja van Huêt’in az ve öz varlığı, en önemlisi de yine tecrübesi ve karizmasıyla Merel rolünü hüzün ve öfkeyle yoğurup abartısız biçimde boyutlandıran Thekla Reuten’in performansı sessiz ama güçlü etkilere sahip. Filmin büyük bölümünün geçtiği kır evi de sonbahar loşluğundaki odaları, ekrandan toprak-yaprak karışımı koku salan bahçesi, bahçedeki çalışmayan telefon kulübesiyle adeta bir karakter gibi rol çalıyor. Zaten sonlara doğru o kulübeye bile bir karakter kazandıran çok duygulu anlara şahit oluyoruz. Narcosis, stilize bir bunalım, estetik bir klostrofobi, pastoral bir sıkıntıyla yas olgusunun son zamanlarda en iyi işlendiği filmlerden biri. Harikulade bir ilk film çekmiş olan Martijn de Jong da artık sonraki işlerinde bu filmin referansını gururla taşıyacaktır.
Osman Danacı