İtalya’daki yüksek güvenlikli Rebibbia Hapishanesi’nde Shakespeare’in Julius Caesar oyununu canlandıran gerçek mahkumların hazırlık ve prova sürecini anlatan Cesare deve morire, usta İtalyan sinemacılar Paolo ve Vittorio Taviani’nin Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazanmış enteresan bir dram. Taviani kardeşlerin bir belgesel gibi kurguladıkları 70 küsür dakikalık yapım, bu kurguya rağmen sahip olduğu son derece orijinal fikrini hayata geçirirken gerçek mahkumları çiğ bir üslup yerine daha estetik kaygılarla görüntülüyor. Hatta belki biraz da bu set ortamının doğallığa zarar verdiği düşünülebilir. Ama ağır suçlardan hüküm giymiş bu insanların zaten kafalarındaki Julius Caesar oyununun setinde yaşıyor oluşları, o doğallığa bizi de ortak etme yönünde hiç teklemiyor.
Tavianiler, çeşitli suçlardan içerde yatan bu mahkumları kurmaca bir atmosferde resmetmeyi tercih ediyorlar. Filmde bunun faydalarını çok fazla hissediyoruz. Mesela sahne performansları dışında kalan ve filmin büyük bir bölümünü oluşturan prova aşamaları siyah beyaz çekilmiş ki, hapishane koridorları, hücreleri, avlusu güçlü bir sanat yönetimiyle etkileyici bir dekor oluşturuyor. Olası farklı bir belgesel formatının hareketli kamerasıyla belki aynı etkiyi uyandırmayabilirdi. Özellikle Brütüs ve yoldaşlarının Sezar’ı öldürme planlarını hapishane koridorlarında yapmaları, havalandırma bölümünde infazı gerçekleştirmeleri, avluda da Sezar’ın cesedi başında Brütüs ve Marcantonio’nun halka yaptığı konuşmalar filmin karakterini kurmaca/gerçek, geçmiş/şimdi arasında başarıyla getirip götürüyor.
İzlediğimiz sahnelerin hepsinde mahkumların basit bir uğraştan öte, gerçekleştirdikleri performanslar sayesinde sanatın büyüsü içinde kendilerinin farklı yönlerini ortaya çıkarmaları, tekrar bireyleşmeleri, özgürleşmeleri duygusu seyirciye çok kolay geçiyor. Gerçi bir mahkumun “sanatla tanıştığımdan beri bu hücre asıl şimdi bir hapishaneye dönüştü” demesi gibi dillendirmeye gerek olmayan, seyircinin kendi kafasında kurması daha etkili olabilecek bir cümle de filmde yer buluyor. Zaten mahkum/oyuncuların tutku dolu performanslarını sergiledikleri provalar bitip de tek tek hücrelerine alındıkları sahnelerin yoğun dramatik yapısı bile bu cümleden çok daha fazlasını hissettirmeyi beceriyor. Hatta kimi zaman repliklerde geçen cümlelerde kendi hayatlarından kırıntılar bulmaları ve bunu yönetmenle paylaşmaları bile kısa bir anlığına sanki oyunun orijinal metninde yer alıyormuş duygusu veriyor.
Son olarak gelelim filmin en etkileyici kısmı olan oyuncularına. Uyuşturucu, cinayet, organize suç gibi nedenlerden dolayı ağır cezalara çarptırılmış çekirdek kadronun profesyonellere taş çıkaran oyunları gerçekten çok çarpıcı. Cezasını çektikten sonra aktör olan ve bu filme gelene kadar dört filmde daha oynayan Salvatore Striano’nun görkemli Brütüs performansı yanında, muhtemelen hala içerde olan Giovanni Arcuri, Cosimo Rega, Antonio Frasca, Juan Dario Bonetti gibi mahkumların sanki 40 yıllık aktörmüşçesine rollerini benimsemiş ve benimsetmiş olmaları hayranlık verici. Yer yer sıkıcı Shakespeare repliklerinin özünden ziyade, canlandırdıkları Cesare, Cassio, Marcantonio, Decio, Lucio gibilerinin içine girerek onları entelektüel karakter analizlerinden bağımsız bir duyarlılıkla hayata uyarlayışlarını izlemek daha keyifli. Ama sahnede kostümlerle, makyajla, ışıkla, alkışla değil, farklı bir formatla bu defa bir 21. yüzyıl hapishanesine uyarlanmış, trajediyle sonuçlanan bu büyük entrikalar zincirinin konu edildiği klasik bir oyunun prova evreleriyle daha keyifli.
Osman Danacı
odanac@gmail.com