Aralarında Cannes büyük ödülü, En İyi Yabancı Film Oscar’ı ve Altın Küre’si de olmak üzere pekçok festivalden ödül kazanmış Saul fia (Son Of Saul), 1944 yılında Auschwitz imha kampındaki Sonderkommando’lardan (Nazilerle işbirliği yapmaya zorlanan Yahudi tutsaklara verilen ad) biri olan Saul Ausländer’in iki gününü anlatan bir film. Saul bir gün, temizlediği imha fırınında bir oğlan çocuğunun cesedini görüp onu saklayarak bir haham eşliğinde Yahudi usüllerine uygun olarak gömmek gibi akıl dışı bir misyon üstleniyor. Bu sayede içinde bulunduğu, hatta bir parçası olduğu kaosu biraz olsun anlamlandırmak isteyen Saul, zaten her dakikası hayati tehlike içeren bu ölüm kampında her türlü riski alarak kendi kendine yüklediği bu görevi gerçekleştirmek için çabalıyor. Normal şartlar altında ve standart bir anlatımla ilginç konusuna rağmen onlarca holokost yapımı arasında silinip gidebilecek bir film iken, bu türün unutulmazları arasına girmesinin yegane sebebi, birkaç kısa filmin ardından ilk uzun metrajını çeken László Nemes’in benzersiz anlatım tarzı.
Sabit ve flu bir görüntüyle açılan film, birden ortaya çıkan Saul’un ekrana iyice yaklaşıp netleşmesiyle, ama arka planın hala flu kalmasıyla sürüyor. O andan itibaren birkaç plan haricinde filmin büyük çoğunluğu bu alan derinliği yöntemiyle ilerliyor. Yine o andan itibaren Nemes 40mm lens ile bizi omuz hizasından Saul’un önüne ve arkasına adeta kelepçeleyerek oradan oraya sürüklüyor. Hem Nemes için, hem de Saul’u canlandıran Géza Röhrig için büyük bir meydan okuma. Biz önden veya arkadan Saul’u bu şekilde izlerken onun etrafındaki telaşı, kaosu, vahşeti flu bir fon olarak görüyoruz. Hatta çoğu zaman gözümüz o fona kayıyor. Sesler zaten hiç susmuyor ve net olmayan o görüntüleri ürkütücü biçimde tamamlıyor. Sesler sayesinde göremediklerimiz de kaosa katkı sağlıyor. Nemes’in o fonu bilinçli olarak flu bırakmasının nedenlerinden biri, Saul’un fanustaki balık misali ifadesiz çehresine seyirciyi daha doğrudan dahil etmek istemesi. Yani seyirciyi de o fanusun içine koyması. Böylece biz de Saul gibi tek amaca odaklanıp, önce ölü çocuğun bedenini güvence altına alacak, öldürülmek için kampa getirilen yüzlerce kişi arasından bir haham bulacak, uygun bir nokta bulup çocuğu dualar eşliğinde gömeceğiz. Tüm bunları en hararetli zamanında Auschwitz’de yapacağız.
Bu kutsal ve absürt amaca ulaşma yolunda adeta ruhsuz bir robota dönmüş Saul’un bu kayıtsızlığı, insanlığın unutulduğu bu kampın genel ruh halini de ürkütücü bir umursamazlığa büründürüyor. Yani pek sık rastlanmayan biçimde bir film, genel atmosferini büyük oranda kadrajına hapsettiği baş karakterine dayanarak kuruyor. Bu alışılmadık tarz, ana akım seyirciyi dışlayıp deneysel sevenleri bağrına basıyor gözükse de, Yahudi soykırımı filmlerinde yeterince tanık olduğumuz vahşet sahnelerine yenilerini eklemek gibi bir derdi olamayan Nemes, seyirci olarak bu filmlerden öğrendiklerimizi o flu fonda bırakıp bir birey olarak Saul’un deli işi misyonuna alan derinliği kazandırmaya uğraşıyor. Ana akım beklentisi, genel olarak Roman Polanski’nin The Pianist filminde Szpilman’ın hayatta kalma mücadelesi yönünde olduğu için, Saul’un farklı konum ve tarzda şekillenen mücadelesi, bir nebze kendini tekrardan uzaklaştırarak fark yaratıyor. Tıpkı Szpilman gibi Saul’un da şans eseri hayatta kaldığı pekçok sahne, ölümün de, yaşamın da artık şansa bağlı olduğunu yineler nitelikte. Önemli olan bu şans faktörünün mücadeleci ruhu yükseltici yönde seyretmesi. Kaldı ki, Szpilman’ın birinci amacı hayatta kalmak iken, Saul, oğlu yerine koyduğu çocuğu doğru biçimde gömmek için hayatta kalmayı birinci amacı haline getirmiş bir karakter.
Auschwitz’in cehennem atmosferinin ortasında Saul’un bu çabasına, bir de önceleri pek anlamlandıramadığımız, fakat yavaş yavaş çaresizce yeşermeye çalıştığını anladığımız direniş telaşı ekleniyor. Ne var ki bu bile Saul’u geri plana itemiyor. Zaten öyle bir gayret de yok. Nemes bu durumu kaos atmosferini biraz daha boyutlandırabilmek, deyim yerindeyse ortalığı biraz daha karıştırmak, finali de bu boyuta ve karışıklığa entegre etmek için kullanıyor. Bunca karışıklığın tek öznesi olan Saul’u gerek çekim tekniği, gerekse hikaye önceliği yönünden benimsemek gayet doğal. Ama Saul’a rağmen Saul’a yabancı olmak da pekala mümkün. Öyle ki, 1989 tarihli bir Macar dizisinin iki bölümünü saymazsak bu filme kadar hiç oyunculuk tecrübesi olmayan Géza Röhrig’in Saul’a cuk oturan ifade ve performans donukluğu / doğallığı, belki de olması gerektiği gibi insani özellikleri geçmişinde bırakmış, kendi olmaktan çıkmış, göreve odaklı olmanın ruhsuzlaştırdığı bir adamın perdeye yansıması. Bu yüzden rutini bozan defin kararı onun kendini bir insan olarak hatırlamasını sağladığı için çok önemli. Yine bu yüzden Adrien Brody’nin tutkulu ve özverili performansını Géza Röhrig’de aramak yersiz. Yine bu ve bahsettiğimiz diğer tüm sebepler yüzünden Saul fia, hikaye, senaryo ve performanstan önce biçimin önemli olduğu çok güçlü bir yapım.
Osman Danacı
odanac@gmail.com