Dört kısa animasyonun ardından ilk uzun metrajını çeken Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit’in tasarladığı, Studio Ghibli‘den Isao Takahata’nın da yapımcıları arasında bulunduğu La tortue rouge, bir deniz kazası sonucu ıssız adaya düşen bir adamın sıradışı hikayesini tamamı diyalogsuz olarak anlatan bir animasyon. Diyaloğa ihtiyaç duymayacak bir masal tasarlamak zor gibi görünse de, etkileyici görsel işçiliği sayesinde bunun üstesinden başarıyla gelen de Wit, yalnızlık, hayatta kalma, aşk, umut, özgürlük, aile gibi kavramları bu görsel bütünlük içinde dile getirmekte hiç zorlanmıyor. Doğal ses ve görüntülerin sağladığı pastoral yoğunluk, adamın hayatta kalma, adadan kurtulmaya çalışma gayretleriyle bütünleşince ortaya müthiş bir yalnızlık kasveti de çöküyor. Yaşanan masalsı kırılma noktasıyla birlikte filmin anlatacakları yön değiştirip daha da çeşitleniyor. Bu beklenmedik sürpriz kırılmayı izleyenlere bırakarak filmi değerlendirdiğimizde söyleyemeyeceğimiz çok şey olsa da, filmin duygu dünyasına farklı kanallardan sızabilmek mümkün.
Zaman zaman kısa animasyon geçmişinden sonraki ilk uzun metrajı olması nedeniyle bazı sahneleri uzattığı izlenimi verse de, de Wit’in yarattığı bu ıssız ve hüzünlü evren, bizi kendi iç ıssızlığımızla buluşturabildiği için bu acelesi olmayan tempo kimi zaman bir meditasyon etkisi de bırakabiliyor. Kaldı ki, özdeşlik kurduğumuz bu adamın film boyunca yaşayıp yaşayacağı her şeyi sahiplendiğimiz vakit, zaten ona bir film olarak bakamıyor, kendi yalnızlığımıza tutulmuş bir ayna gibi görmeye başlıyoruz. Böylece bu yalnızlığı şekillendiren çaresizlik, sevgi eksikliği, hüsran, huzur ve hüzün duyguları tüm benliğimizi sarıyor. Sevdiğinle sahil kenarında yürüme huzuru, su altındaki bir kayalıkta sıkışma gerilimi, günler süren emeklerin bir anda yıkılmasının öfkesi, bırakıp gitmenin yürek dağlayan hüznü ve dahası… En dramatik olan ise, kendi yarattığımız hayal dünyamızda yaşadığımız gerçekliğin bile bir gün bitecek olmasının tarifsizliği. Kırmızı bir kaplumbağanın varoluş ihtimaline ancak o güzel dünyada yer var çünkü.
Osman Danacı
odanac@gmail.com