Roy Andersson’un üçlemesinin ilk filmi olan İkinci Kattan Şarkılar (Sanger Fran Andra Vaningen, 2000)’ın girişinde bir diyalog dikkat çeker:“Sadece mutsuzluğun olduğu bir yerde kalmanın anlamı nedir?” diye bir soru ile sonlanan diyalog üzerinden Andersson anlatımına devam eder. Öncelikle bize mutsuzluk mekânını resmeder. Filmin isminde de geçen “ikinci kat” ve “mutsuzluk mekânı” açık bir biçimde Avrupa olarak karşımıza çıkar. Yönetmen, Batılı demokrasiler tarafından yönetilen adalet, hak ve özgürlük anlamında liberal eşitliğin sunulduğu Batı’daki sistemin tıkanıklığına işaret eder. Sistemin bireyi gittikçe atomize eden, bütünle ilişkisini koparan ve onu çevresinden izole ederek yalnızlaştıran ve yabancılaştıran mekanik işleyişini, birbirinden bağımsız gibi görünen sekanslar eşliğinde epizodik bir anlatımla sunar.
Günümüzde yaşayan insanların bir çeşit zombiye benzediğini, “yaşayan ölülerden” farkları kalmadığını vurgulayan yönetmen, üçlemenin son filmi olan İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt pa en Gren och Funderade pa Tiillvaron, 2014)’de de kendine has üslubuyla sistemi ve ruhunu kaybeden modern insanı anlatmayı sürdürür. Üçlemenin diğer filmlerinden de aşina olduğumuz gibi Andersson yaşam ve ölüm karşıtlığı üzerinden, bir yandan sıradan insanların ölümle karşılaşmalarını, ölümün her an ve her yerde oluşunu gösterirken öte yandan da ölümün kitleselleşerek sıradanlaşmasına ve bireyin gündelik hayatındaki değerinin kaybolmasına atıfta bulunur. Zaman mefhumunun sistemin mekanikliği içinde görünmezlik kazanması ve insanların hayatlarını bir makinenin parçaları gibi geçirmeleri yönetmenin dikkat çektiği noktalar arasındadır. Bunu karakterlerden birinin yaşadığı günü unutması ile başlayan sekansta gözlemleriz. İçinde bulunduğu günü unutarak çevresindekilere soran karakter, birden herkes tarafından “sen nasıl bir insansın” serzenişleriyle ötekileştirilir. Hissettiği günle yaşadığı günün farklı olmasından doğan bir anlaşmazlık, bize bütünü kavrama anlamında önemli bir çatlak yaratır. Andersson o çatlaktan yola çıkarak sistemin kölesi konumundaki bireyin kaybettiği değerleri (düşünme yetisi, empati, duygu, özgürlük vb.) tek tek gün yüzüne çıkarır.
Trajikomedi ve Ciddi Olanın Gülünçleştirilmesi
Hatırlarsak İkinci Kattan Şarkılar filminin en akılda kalan sekanslarından birinde Hz. İsa heykelcikleri satan karakterler üzerinden hayatın bir pazar halini aldığı ve modern toplumlarda her şeyin alınıp satılabilme potansiyeli üzerinden metalaştırıldığına dikkat çekiliyordu. İnsanları Seyreden Güvercin’de anlatının sürükleyicisi konumundaki satıcı karakterler ise insanın yalnız ve yabancı kaldığı bir dünyada ne kadar kırılganlaştığını göstererek, yaşanan varoluşsal travmanın boyutlarını yansıtır. Bir tarafta dışarıdan bakıldığında güçlü ve katı gözüken, diğer tarafta ise kırılganlığını ve zayıflığını görebildiğimiz iki karakter arasındaki tezatlık bu açıdan anlam kazanır. Tam da Andersson’un yapmak istediği şey budur aslında. Hem liberal demokrasilerin hem de sisteme eklemlenmiş bireylerin maskelerini düşürmek… Bu amaçla da Andersson’un trajikomediden yararlandığını görürüz. Trajikomik anlatım sayesinde yönetmen modern toplumun tektipleştirici, standartlaştırılmış evrensel değerler bütününü diğer yandan da liberalizmin ikiyüzlülüğüyle dalga geçerek ideal olanı gülünç bir biçimde yansıtma fırsatı yakalar. Batı kültürünün liberal maskesinin ardına saklanan muhafazakâr değerler üzerine temellenen burjuvazi ile gülünç bir karşılaşma zemini yaratan Andersson, insanı temel paydada birleştirerek nelerden beslendiğini de açık eder. Korku, endişe ve zayıflık sınıfsal farklılıkların ve politikaların ötesinde bireyleri birleştiren temel özellikler olarak ortaya çıkar. Bu noktada, satıcı karakterler arasındaki tezatlık resmin bütünü açısından da dikkate değerdir. Bazıları temel insani kaygılarının üzerine örtmeyi başarır, bazıları ise bunu başaramaz. Andersson’un en ciddi ve mekanik olanı da gülünç bir şekle sokmasının temel motivasyon kaynağını belki de burada aramak gerekir.
İnsanları ve iktidar sahibi sınıfları gülünç bir şekilde göstererek maskelerinin ardına gizlediklerini ortaya koyan Andersson, bu süreçte kendi gibi bizleri de yüzleşmeye çağırdığı noktalardan biri de “beyaz adam”ın sömürgeci geçmişidir. Filmde İngiliz sömürgecilerin Afrikalı esirleri ölüme gönderdiği sekansta bizler de otelin kapısından olanları izleyen seyirci güruhu ile eşleşiriz. İkinci Kattan Şarkılar’da yürüyen ölüler nasıl İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudileri akla getiriyorsa, üçlemenin son filminde de döne döne kızartılarak ölümünü bekleyen Afrikalı yerliler de aynı şekilde kolektif hafızayı, yüzleşmeyi ve vicdanı hatırlatır. Avrupa’nın ve modern toplumların temelindeki kolonyal ve faşizan geçmişin liberal demokrasilerde ve tüketim toplumunda da devamlılığını koruduğunu aktaran Andersson, böylece sistemin yüzeyi kadar kökleriyle de ilgilenir.
Roy Andersson üçlemesinde Batı’nın üzerine inşa edildiği değerler ve idealler bütününün altını oyar. Sakat bir modernliğin sonucu olarak sıkışan ve işlemeyen bir sistemi, o sistemin içinde yalnızlaşan bireyleri beyazperdeye taşırken, Jean Baudrillard’a atıf yaparak bunun bizim modernliğimizin belirgin bir özelliğinden kaynaklandığını ileri sürer. Aydınlanma felsefesinin yarattığı insan prototipinden bu yana bilim ve rasyonalite temelli ilerlemeci bir felsefenin günümüze değin süregelen süreç içerisinde ortaya çıkardıklarını Andersson’un filmlerinde gözlemlemek mümkündür. Bu yüzden de Andersson’un sineması gösterdiklerinden çok, gösterdiği görüntülerin taşıdığı simgesel değerler açısından önem kazanır.
Barış Saydam
Bar_saydam@hotmail.com
Not: Bu yazı daha önce Hayal Perdesi sitesinde yayımlanmıştır.