Vincent Van Gogh’un Fransa, Auvers’te öldüğü haberi, eskiden yaşadığı Arles kasabasına ulaşır. Van Gogh ile yakın arkadaş olan emektar postacının oğlu Armand Roulin, 17 yaşında Van Gogh’un portresini yapmış olduğu bir adamdır. Ressama pek de düşkün olmayan Armand, babasının ısrarları sonucu taziye mektubunu Van Gogh’un ağabeyi Theo’ya götürmeye razı gelir. Paris’e vardığında Theo’nun da kardeşinin ardından vefat ettiğini öğrenince mektubu verebileceği bir akraba aramaya başlar. Bu yolculukta ünlü ressamın son günlerini ve ölümünün esrarını da aydınlatmaya başlayacaktır. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın yönettiği, bu ikiliye senaryoda Jacek Dehnel’in eşlik ettiği Loving Vincent, bir tarlada kendisini tabanca ile vurduktan sonra yaralı halde odasına dönen, fakat iki gün sonra yaşamını yitiren 37 yaşındaki Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un ölümünden bir yıl sonrasında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Biyografik özellikleri yanında, esasen Armand’ın önceleri gönülsüz de olsa babasının taziye mektubunu götürdüğü kasabada karşılaştığı insanlardan edindiği bilgilerle Van Gogh’un ölümünün ardındaki sır perdesini merak etmesiyle polisiye bir ton yakalıyor.
Van Gogh’un çocukluğundan itibaren içe dönük kişiliğini, resim sanatına karşı oluşan gecikmeli tutkusunu, bu gecikmeyi telafi etmek istercesine gelişen aşırı üretkenliğini Armand’ın görüştüğü Van Gogh’a yakın karakterlerden öğreniyoruz. Aslında Armand ile beraber, onun hakkında bildiklerimizi pekiştiriyor, bilmediklerimizi öğreniyor, kimi zaman bazı detaylar karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Çünkü modern sanatta çığır açmış çok önemli sanatçılardan biri hakkında, olağanüstü tabloları haricinde daha kişisel şeyler öğrenmek, özellikle de trajik sonuna doğru giden yolda yaşadıklarından, ruh halinden çıkarımlarda bulunmak oldukça aydınlatıcı bir tecrübe yaşatıyor. Çocukluğundaki dışlanmışlığından kendine vicdani sorumluluklar yüklediği ve tabii çok sevdiği için hep ona göz kulak olmak isteyen ağabeyi Theo’nun da Van Gogh’un ölümünden kısa bir süre sonra ölmesi, Armand’ın mektubu teslim edecek bir kişi bulamamasına sebep oluyor. Armand’ın bu mektup seyahatinde görüştüğü Doktor Gachet’nin, onun kızı Marguerite’in, Auvers’te kaldığı pansiyon sahibinin kızı Adeline’in, kayıkçının Van Gogh’un bu dönemine ışık tutan anıları, Van Gogh’un intihar mı ettiği, yoksa biri tarafından vurulduğu mu gibi soruları ortaya çıkaran diğer yan karakterler, içeriği daha çekici kılıyor. Ama Loving Vincent’ın asıl gücü, benzersiz anlatım şeklinden gelmekte.
10 yıllık bir çalışmanın ürünü olan Loving Vincent, 125 ressamın, 65 bin kare, 853 özgün yağlı boya tablo meydana getirmesiyle oluşmuş muazzam bir teknikle işleniyor. Van Gogh’un tablolarını yapmış olduğu karakterlerden ve son dönemde yaşadığı mekanlardan bazılarını birebir alarak bu teknikle hareketlendiren ekip, Douglas Booth, Chris O’Dowd, Eleanor Tomlinson, Saoirse Ronan, Jerome Flynn gibi oyuncuların katkılarıyla bu tabloların dokusunu bozmadan filmi boyutlandırmayı başarıyor. Bir yerlerde mutlaka rastladığımız, belki de evimizdeki duvarı süsleyen Yıldızlı Gece, Sarı Ev, Eski Değirmen, Dr. Gachet’nin Portresi, Gece Kafesi, Kargalarla Buğday Tarlası, Rhone Üzerine Yıldızlı Bir Gece gibi nice Van Gogh başyapıtını muhteşem bir atmosfer içinde izlediğimiz film, animasyon türünde bir devrim niteliğinde. Üstelik bu tablolar uzun emeklerle, yağlı boyalarla, Van Gogh’un stili korunarak canlandırılırken filmin hikaye akışına körü körüne eklenmeyip ölümünün bir yıl sonrasında yaşanan olayların sinematik düzenini bozmayan bir sürükleyicilikte canlandırılıyor. Tıpkı hareketsiz tabloların taşıdığı gizem gibi, film de kendi gizemini, üzerine koyarak daha da arttırıyor. Işıklar, gölgeler, kıvrımlar, parlak renkler, fütüristik bakış açısının tüm görkemini sabit bir tuvalden hareketli ekrana taşıyor. Böylece ilk defa, sinematografisi Vincent Van Gogh tarafından yapılmış bir film izliyoruz. Clint Mansell’in şahane müzikleri de bu deneyime hakkıyla eşlik ediyor.
Sinema tarihinde ilk defa böyle bir animasyon çekileceği duyulduğunda, birçok insan ortaya şiirselliğe boğulmuş, bir süre sonra ağızda kekremsi bir tat bırakan, diş kamaştıran, göz kanatan bir film görme endişesi taşıyordu. Doğal hali zaten tüm şiirselliğiyle önümüze serilen film, hikayesinin polisiyeye kayan yönünü hep diri tutarak bu endişeye bir an olsun fırsat vermiyor. Aynı anda hem Van Gogh eserlerinden oluşan eşsiz bir müzeyi geziyor, hem de o müzedeki eserlerin parçasını oluşturduğu büyük ve hüzünlü Van Gogh portresinin detaylarını öğreniyoruz. Eserlerin yaratıcısından çıkmasına, yaratıcının da eserlerinin esiri olmasına izin verilmiyor. Van Gogh’un gözüyle 90 dakika uzunluğunda bir film izleme şansı elde ediyoruz. 8 yıl içinde 800’den fazla tablo yapan, bunlardan sadece birini satabilen, ölümünden sonra ise modern resmin babası kabul edilerek tabloları milyonlarca dolara alıcı bulan bir sanatçının arızalarının altında yatan nedenlere tam olarak hakim olamamanın verdiği gizemli yanın korunması, ya da zaten kendinden korunaklı olması filmin en önemli yanlarından sadece biri. Bu teknikle çekilmemiş olsa kesinlikle büyük bir etki uyandırmayacak olması, Van Gogh ve eserlerinin bir başka sanat dalına taşınırken ne denli özenli ve yenilikçi olması gerektiğinin altını çiziyor. Zira sanatçı olmanın getirilerinden biri de, kendine “neden gökteki yıldızlar bizim için erişilemez olsunlar” sorusunu sorup ona cevap arama naifliğiyle eserler üretme refleksidir. Belki de bu sebepten bir yıldıza gidebilmek için ölümü göze alabilir.
Osman Danacı
odanac@gmail.com