Isabel Peña ve Rodrigo Sorogoyen’in senaryosunu yazdığı, Sorogoyen’in yönettiği Que Dios nos perdone (May God Save Us), 2011 yazında Madrid’de geçen bir polisiye. Özellikle yaşlı kadınlara tecavüz edip onları döverek öldüren bir seri katilin peşindeki iki dedektif olan Velarde ve Alfaro’yu izliyoruz. İlk cinayet sonrası meseleyi hırsızlık odaklı gibi görseler de, cinayetler sürdükçe ve maktüller hep yaşlı kadınlardan oluşunca olayın bir seri katil işi olduğu çok geçmeden anlaşılıyor. Yapılan otopsiler sonucu büyük penise sahip olduğu bilgisi dışında hiçbir ipucu bırakmayan katili bulmak için seferber olan polis teşkilatı, yaklaşan Papa ziyareti neticesinde bu olayın gizli tutulmasını, en azından yaşlı kadınlara tecavüz edildiği gerçeğinin kamuoyuna sızdırılmamasını istiyor. Ancak sadece bu dava odaklı bir film izlemiyoruz. Olayı üstlenen dedektif ortaklar Velarde ve Alfaro filmin merkezinde çok önemli bir yer tutuyor. Farklı karakterlere ama her ikisi de sorunlu hayatlara sahip bu iki polis, bir yandan bu zor dava ile ilgilenirken, davayla hiç ilgisi olmayan kişisel problemleriyle de boğuşmaktalar. Fakat bu farklı katmanları iç içe çok iyi geçiren Sorogoyen, ortaya çok iyi bir polisiye gerilim, aynı zamanda güçlü bir dram çıkarıyor.
Öfke kontrolü sorunu olan Alfaro, bir iş arkadaşını darp etmekten soruşturma geçirmekte, yalnız yaşayan kekeme Velarde ise kadınlarla ilişki kurmakta başarılı değildir. Seri katil davasıyla birlikte ikilinin bu sıkıntılarını derli toplu bir kurguyla izlediğimiz film, birkaç sahne dışında hiç aksamıyor. Velarde’nin apartmandaki temizlikçi kadınla, Alfaro’nun ise ailesiyle yaşadığı sorunlar yanında, iki dedektifin birbirleriyle de zaman zaman yaşadıkları gel-gitler, bu aksamaya izin vermiyor. Merkezdeki kimliği ve motivasyonları bilinmeyen seri katil davası, bu bireysel yan hikayelerle çatışma yaşamıyor. Katille ilk sıcak temas sağladıkları bölümün mantık zorlayıcı tesadüfü bile neyse ki kendini net bir sonuca ulaştırmadığı için ritmi bozmuyor. Filmin fiziksel ve ruhsal sertliği, bu ritim içinde çok kolay eriyor, olaylar ve karakterler bir süre sonra kendi doğallıklarını ya da rol icabı varoluşlarını seyirciye kolayca kabul ettiriyorlar. Velarde gibi asosyal veya Alfaro gibi öfkesini dizginlemekte zorlanan insanlarla hep bir yerlerde karşılaştığımız / karşılaşmaya hazır olduğumuz için yabancılık çekmiyoruz. Bu zıt kutupların birbirleriyle girdikleri diyaloglar durumu pekiştiriyor. Örneğin ikilinin cadde üzerinde fahişelere gitme üzerine sohbet ettikleri bir sahnedeki doğallıkları bunun kanıtlarından biri.
Nihayet katilin de filme dahil oluşuyla gücünü iyice arttıran film, hem Velarde ve Alfaro’nun katili yakalama misyonlarını seyircinin gözünde ete kemiğe büründürüyor, hem de ikisi için daha tekinsiz bir atmosfer oluşmasını sağlıyor. Özellikle kurbanlarından birini avına düşürdüğü bölüm, nefes kesen bir gerilime sahne oluyor. Velarde’nin sırf beyin, Alfaro’nun ise kas gücünden oluştuğu algısıyla da sık sık oynayan Sorogoyen, finale doğru giden yolda tasarladığı trajik anlar sayesinde onların birer kaybeden olmalarının seyirciye verdiği güvensizliğe çok iyi sahip çıkıyor. Yine gerilimin tavan yaptığı enteresan bir finalle filmin o ana kadar başarıyla gelmiş olduğu noktanın yüzünü kara çıkarmıyor. Seri kurbanlardan katil profili çıkarma çeşitliliği, bir dışavurum (Alfaro) veya içe atım (Velarde) davranışı olarak sonuçlarının nereye varacağı kestirilemeyen öfke kavramı, şüphe duygusunun boyutlarının suçlu yakalamadaki rolü, tecavüz ve cinayet suçunun bu defa yaşlı kadınları hedef almasından sonra spontane biçimde gelişen toplumsal ötekileşme muhafazakarlığı gibi daha pek çok konu kendine serbest alan bulabiliyor.
Velarde ve Alfaro rolleriyle Antonio de la Torre ve Roberto Álamo’nun karşılıklı ve ayrı ayrı performansları da Rodrigo Sorogoyen’in hazırladığı bu özgür alanı çok iyi değerlendiren ustalıkta seyrediyor. Özellikle 2017’de İspanya’nın Oscar’ı Goya Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Roberto Álamo’nun Alfaro performansı görülmeye değer. Nereden geldiğini bilmediğimiz öfkesi, gamsızlığı, tekinsizliği ve Velarde’ye olan alaycı / sevecen yaklaşımı yanında, bir günde bir sürü ağır şeyi üst üste yaşayan bir aile babası olarak Alfaro karakteri, tıpkı filmin genel karakteri gibi kendi doğallığından besleniyor. Bu genel karakter içinde yer bulan öfke, yalnızlık, din, sadakat, adalet, intikam, Oidipus Kompleksi gibi kavramlar karakterleri olduğu kadar izleyenleri de zorlayan, ikilemlere sokan farklılıklar içeriyor. Bu da onu iyi bir film yapıyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com