Missouri’nin Ebbing kasabasında vahşice öldürülen Angela’nın katili 7 ay sonra bile bulunamayınca, annesi Mildred Hayes radikal bir karar alır. Ebbing çıkışında kullanılmayan üç billboardı kiralayıp üzerlerine hala çözülemeyen cinayetle ilgili polisleri suçlayıcı mesajlar yazdırır. Bölgeden sorumlu saygıdeğer polis şefi William Willoughby’yi de içeren bu mesajlardan rahatsızlık duyan polis teşkilatı ve bazı sakinler Mildred’a karşı cephe alırlar. Willoughby’ye babası gibi bağlı yardımcısı Dixon, Mildred’ın bu protestosunu kişiselleştirerek kirli oyunlara başvurur. In Bruges ve Seven Psychopaths’ten sonra merakla beklenen yeni Martin McDonagh filmi Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, yine bu güçlü kalemin elinden çıktığını her haliyle belli eden bir yapım. Bu üç filmiyle suç senaryolarına yeni bir soluk getirerek boyutlandıran, görünen referansları Tarantino, Coen, Ritchie olmasına rağmen demlendikçe kendine has özellikleriyle artık kendisi bir referans haline gelen McDonagh, Three Billboards ile bu çizgisini sürdürüyor.
McDonagh’ın 2006’da Six Shooter ile En İyi Kısa Film Oscarı, öncesinde de yazdığı tiyatro oyunlarıyla onlarca ödül kazandığını tekrar hatırlatarak onun ne kadar geniş bir vizyonu olduğunu, henüz üç filmi olmasına rağmen güçlü ve tecrübeli bir senarist olduğunu tekrar vurgulamak gerek. Bizi orta yerinden hikayeye sokan McDonagh, aslında Mildred’ın aldığı karar sonucu (kendisinin de haber spikerine söylediği üzere) bir dizi olayın daha başlangıcında olduğumuzu gösteriyor. Herkesin birbirini tanıdığı küçük kasaba tutuculuğuna fazla gelen bu karar, aylarca adalet bekleyen ve artık sabrı kalmayan Mildred ile emniyet teşkilatını karşı karşıya getiriyor. Konusu en fazla iki cümleyle özetlenebilecek McDonagh senaryolarının derinliği, bu özeti detaylandırmada, o detayları kimi zaman iç içe geçirdiği, kimi zaman arka arkaya sıraladığı kara mizah ve dram dengesinde hissediliyor. Tebessüm ve ciddiyet birkaç saniye arayla seyirciyi yokluyor. Hatta çoğu zaman aynı sahnede, aynı replikte kendini gösteriyor. Mesela billboardların altında çiçek dikerken Mildred’ın yanına gelen bir ceylana söyledikleri “reenkarnasyon” ve “Doritos” kelimeleri içeriyor ve kesinlikle sakil durmuyor. Evde Mildred, eski kocası Charlie ve oğulları Robbie’nin yaşadıkları kısa şiddet anı, tansiyonu yükselttiği kadar tuhaf biçimde güldürüyor da. Bu tip sözel ve fiziksel sahneler tasarlamayı çok iyi bilen McDonagh, olayı birbirinin ucuna eklenmiş skeçler bütünü haline getirmeyip zamanlaması kendine has bir üslupla kurguluyor.
McDonagh, In Bruges’de sadece Ray ve Ken gibi iki anti kahraman ile suç hikayesini ustalıkla örgütlerken, Seven Psycopaths’te Marty odaklı daha geniş bir karakter yelpazesini de idare edebileceğini göstermişti. Mildred’ın merkezde olduğu Three Billboards ise, bu merkez etrafında onun kararını sorgulayan diğer yan karakterlerin varlığıyla şekilleniyor. Ama birçok senarist açısından meydan okuma sayılabilecek, altından kalkılması güç olan önemli bir fikir, McDonagh’nın ellerinde bambaşka yerlere gidebiliyor. Bu önemli fikir, Mildred’ın adalet arayışının sadece adalet sağlayıcıları muhatap alması. Yani ortada muhatap alınacak bir katil olmadığı için, intikam olgusu da devre dışı kaldığı için, kanser sebebiyle ölmek üzere olan iyi niyetli ve iyi yürekli polis şefi Willoughby bu güçlü kadının bir numaralı hedefi haline geliyor. Bu haliyle her senaristi zorlayacak duruma çözüm olarak, annesiyle yaşayan, şiddet eğilimleri olan, ırkçı ve çocuksu şerif yardımcısı Dixon gibi tekinsiz bir tipleme yaratan McDonagh, yine tecrübesiyle onu çok iyi dizayn ederek seyirciye hedef saptırtıyor. Çünkü Mildred gibi güçlü, inatla adalet arayan, sahici bir kadının karşısında bir kötü istiyoruz ki, o adalet bir şekilde tecelli etsin. Ama McDonagh’nın size vereceği kötünün de kesinleşmiş tam bir tarifi yok.
Martin McDonagh, uzun süre peşinden koştuğu Frances McDormand’ın canlandırdığı Mildred Hayes ile beyaz perdede gördüğümüz en güçlü kadın karakterlerden birini kazandırıyor. McDormand da en başta hüznü, sonra pişmanlığı, alaycılığı ve soğukkanlılığıyla Mildred’ın tüm hislerine hakim biçimde son yılların en iyi performanslarından birini sunuyor. Zaten bu rol, onun gibi güçlü bir oyuncudan başkasına mutlaka büyük gelirdi. Seven Psychopaths’ta da izlediğimiz Woody Harrelson ve Sam Rockwell ile yine çalışan McDonagh, bu tercihin boşuna olmadığını gösteriyor. Özellikle Dixon öyle iyi yazılmış bir rol ki, Sam Rockwell ayarındaki bir oyuncu da gayet iyi işler çıkarabilirdi. Ama iki aşamalı bu rol için ilk aşamadaki alaycı, tekinsiz, suça ve şiddete meyilli rollerin biçilmiş kaftanlarından biri olan Rockwell, ikinci aşamanın senaryo canlılığının ve dönüşümünün üstesinden gelmesini çok iyi biliyor. Ortada öyle bir metin var ki, canlı olduğu kadar yılgın, karamsar olduğu kadar ümitli, Willoughby’nin mektupları gibi doğrudan olduğu kadar onlarca sahne ve replik kadar kestirilemez niteliklere sahip. Ana karakterler yanında Mildred’a ümitsizce tutkun James, Charlie’nin yaşından büyük laflar eden genç sevgilisi Penelope, naif billboardcu Welby, Dixon’ın ürkütücü biçimde sevimli annesi, siyahlara eziyetleriyle ünlü Ebbing polis teşkilatının başına gelen siyah polis şefi Abercrombie gibi incelikli McDonagh yan karakterleri, senaryonun etrafını birer dantel gibi sarıp sarmalıyorlar.
Kötü adamdan geçilmeyen McDonagh filmlerindeki kötülük tanımının karşılığı şehirden şehire giderken yol üstünde suç işleyip kaçan hiç görmediğimiz biri de olabilir, bir şerif yardımcısı da, bir dişçi de… Mildred’ı bu billboard kararından vazgeçirmek için evine gelen, ondan da muhteşem bir tirad ile ayar yiyen bir rahip de olabilir. Hatta kızı Angela arabayı istediğinde ona vermeyen, Angela’nın “umarım yolda tecavüze uğrarım” dediğinde “umarım uğrarsın” diye cevap veren Mildred da bu karşılığa dahil edilebilir. Kötü olmak için yasadışı işler yapmak gerekmez. Geciken adalete karşı tahammülsüzlüğümüz, öfke anında sevdiklerimize söylediklerimiz, suç işlemesek de işleyenlere tepkisizliğimiz, fiziksel veya mevkisel otoritemizle güçsüzleri ezmemiz bizi pekala kötü yapabiliyor. Fakat er ya da geç bunların hepsinin bir şekilde telafisi bulunuyor. Bir mektup, bir molotof kokteyli, bir bardak portakal suyu sizi dönüştürebiliyor. Gözyaşı ve mizah birbirine o kadar yakın ki, McDonagh tiyatro oyunu yazmanın karakter/insan odaklı kodlarını hiç es geçmiyor. Asıl aksiyonunu yazdığı diyaloglardan elde ediyor ve bunları her coğrafyaya kolayca uyarlayabiliyor. Londralı McDonagh bazen Brüjlü, bazen Hollywoodlu, bazen Missourili olarak sanki senaryosunu yazarken bir yola çıkıyor ve ne yapacağına yolda karar veriyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com