Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman ve Kunichi Nomura’nın ortak hikayelerini Anderson’un senaryolaştırıp yönettiği Isle Of Dogs, günümüzden 20 yıl sonra Japonya’nın Megasaki şehrinde geçen bir stop motion animasyon. Bu geleceğe gitmeden evvel, hikayenin geçmişine bakalım. İtaat Dönemi’nden önceki 10 yüzyıl önce köpekler mutlu bir şekilde özgürce yaşıyorlar. Ne var ki hakimiyetini genişletmek isteyen kedisever Kobayashi Hanedanlığı savaş ilan ediyor ve köpeklere saldırıyor. Tam köpek ırkı yok olacak iken, onların bu durumuna üzülen, sonradan Efsanevi Samuray Çocuk olarak tanınacak cesur bir savaşçı ortaya çıkıyor ve insanoğluna sırtını dönerek Kobayashi kabilesinin liderinin kellesini uçuruyor. Köpek savaşları sonunda evcilleştirilen, hor görülen, acizleştirilen bu canlılar yine de hayatlarına devam edip çoğalıyorlar. Kobayashiler ise yenilgiyi asla kabullenemiyorlar. Günümüzden 20 yıl sonrasındaki Megasaki’de ise burun humması, köpek nezlesi gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle pireler, kurtçuklar, kene ve bitler istila halinde. Kobayashi soyundan gelme Vali Kobayashi, sahipli sahipsiz tüm köpek ırkının Çöp Adası’na sürgün edilmesine karar veriyor. Asıl hikayemiz bu “Çöp Adası Kararnamesi”nin uygulanmasından 6 ay sonrasında başlıyor.
6 ay önce Vali Kobayashi, bu kararnameye öncü olmak için resmen ilk olarak valilik bünyesine ait koruma köpeği olan Spots Kobayashi’yi şehirden sürüyor. Spots, Vali Kobayashi’nin vasisi olduğu 12 yaşındaki Atari’nin en iyi dostu olunca, Atari onu Çöp Adası’ndan kurtarmak için küçük uçağına atlayıp adaya gidiyor. Uçağı adaya düşen Atari, orada ada sakinlerinden Chief, Rex, King, Boss ve Duke adlı beş köpekle karşılaşıyor ve birlikte Spots’u bulmak için türlü sürprizlerle dolu adada bir yolculuğa çıkıyorlar. Böylece 10 yüzyıl önceki tarih, farklı şartlarda kaldığı yerden devam ediyor. Tüm Anderson alametifarikalarını taşıyan, buna ilaveten köpek ırkı üzerinden çocuklara ve yetişkinlere anlamlı mesajlar veren Isle Of Dogs, Japonya bünyesinde kendi kurmaca evrenini olağanüstü detaylarla inşa etmiş, post apokaliptik bilinmezliğini ilginç sürpriz ve karakterlerle zenginleştirmiş bir film. Başroldeki beş arkadaşın kendi iç dinamiklerinden, köpek ırkının ötekileştirilmesini merkez alan genel perspektife kadar kendine pekçok kulvar açan Anderson, yaratıcı senaryo anlayışını bu kulvarlarda istediği gibi yüzdürme fırsatı buluyor. Simetri tutkusu, renk zenginliği, her sahnesinde onlarca detay barındıran titizliği, Alexandre Desplat imzalı müzik kullanımı, Fantastic Mr. Fox animasyonunda da beraber çalıştığı sinematograf Tristan Oliver ile elde ettiği harika kareler ve yıldızlar geçidi şeklindeki seslendirme kadrosu Isle Of Dogs’u son yılların en özel animasyonlarından biri yapıyor.
Beş kahramanımızın dördü evcil köpekler oldukları için güzel bir yuva ortamından, sahiplerinin onlara verdiği görev ve değerlerden koparılıp adaya sürülmüş canlılar. İçlerindeki en huysuz, asi ve umursamaz olan Chief ise bir sokak köpeği. Yani köpeklerin sürüldüğü bir adada kendi grubu içinde de öteki olmuş bir köpek. Ama Chief kendini ezdirecek bir köpek olmadığı gibi, diğerleri de onu dışlayıp ezecek karakterde olmayan mülayim köpekler. Tavrı, hikayeleri, derinliği ile diğerlerinden ayrılan Chief ve en yakın dostunu arayan Atari arasında adım adım kurulan, yol hikayesiyle paralel ilerleyen dostluk, yolda uğradıkları birbirinden ilginç duraklarla daha da değerleniyor. Bu adaya hapsedilen köpeklerin bireysel ve toplumsal olarak kendilerine yeni yaşam alanları açmak, kendi düzenlerini oturtmak zorunda kaldıklarını görüyor, her birinin duyduğumuz ya da duymadığımız enterasan hikayelere sahip olduklarını anlıyoruz. Spots’u bulmak veya köpek nezlesini tedavi eden serumu Megasaki halkına ulaştırmak gibi motivasyonlarla macerasını sağlama alan Anderson, insan-köpek ilişkisi özelinde ötekileştirmeye, ırkçılığa, faşizme karşı da naif ama kararlı bir duruş sergiliyor.
Wes Anderson çoğu filminde olduğu gibi yine bambaşka bir evren kurup onu biçimsel ve metinsel olarak zenginleştirmedeki ustalığını gösteriyor. İngilizce kadar Japonca’ya da sahip çıkan dil kullanımını altyazılarla, çevirmenlerle veya çeviri yapan teknolojik kulaklıklarla halletmesi de yerinde bir çözüm. (Tamamı Japonca çekilse çok daha orijinal bir kimliğe bürünebilirdi tabii.) Filmin tek kötüsü olan Vali Kobayashi’nin aslında çok üstünkörü bir kötü olarak tasarlandığının anlaşılması, dişi köpek Nutmeg’in esas oğlanın “chick”i olmak dışında işlevsiz bırakılması, Anderson’ın çoğu Amerikalı sinemacının hezeyanına kapılarak o kadar köpek ve Japon karakter dururken Amerikalı değişim öğrencisi sevimsiz Tracy’yi içinden çıkılması zor durumdan azmiyle çıkmayı başaran kilit bir pozisyona yerleştirilmesi ise filmin eksiklikleri. Tracy yerine bir Japon öğrenci konsa hikaye en ufak bir zarar görmeyecek iken, böyle bir filme “iş bitirici Amerikalı” yaması hiç iyi durmuyor. Yine de son zamanlarda sıkça rastlanan, hayvanlara, özellikle de köpeklere yönelik eziyet, işkence, cinayet vakalarını düşününce, hayvan barınaklarının içler acısı haline tanıklık edince, hatta faytonlara koşulacak atların nasıl perişan edildiklerini, yanan ormanlarda binlerce canlının nasıl katledildiğini, ekmeğinin peşindeki bir kartalın nasıl canice öldürüldüğünü görünce bir “köpek adası” fikrini akıllara getirebildiği için bile özel bir yapım. Hatta onları insan zulmünden uzak tutmak adına toptan bir “hayvan adası” fikri bile fena durmuyor.
Osman Danacı