Vittorio De Sica, yönetmenliğe hiç el atmamış olsa bile adını sinema tarihine Il Generale della Rovere, The Earrings of Madame de gibi başyapıtlar da dahil 157 filmde rol almış karizmatik bir aktör olarak yazdırabilirdi. Ama o bununla yetinmedi. Sinema tarihinin bir parçası olarak kalmak yerine, çektiği filmlerle ona yön veren ustalar arasına girmeyi de başardı.
Oyuncu olarak De Sica ismi 1930’lu yıllarda ünlenmeye başladı; önce tiyatro oyunları, ardından sinema filmleriyle… O dönem çekilen filmlerin büyük çoğunluğunu oluşturan ve “beyaz telefolu filmler” adıyla anılan kostümlü melodramların ve müzikal komedilerin değişmez isimlerinden biriydi. Bu filmler İtalya’da faşizm rüzgârlarının estiği 2.Dünya Savaşı öncesi dönemde zenginliğin ve şatafatın ön planda olduğu, gerçek dünyadan uzak, kaçış sineması örnekleriydi.
İlk defa 1940 yılında Rose Scarlatte filmiyle yönetmenliğe soyunan De Sica’nın ilk filmleri kendisinin de yıllardır başrolünü üstlendiği komedilerle aynı türden zayıf denemelerdi. Bu filmlerle taban tabana zıt sarsıcı bir dram olan 1944 yapımı Children are Watching Us, De Sica’nın yakın zamanda nasıl bir yönetmene dönüşeceğinin bir işareti gibiydi. Bu film aynı zamanda usta yönetmenin hayatı boyunca çektiği 34 filmden 24’ünün senaryo yazarı olan Cesare Zavattini ile ilk işbirliğiydi.
De Sica & Zavattini ortaklığı, sinema sanatına 1946–1952 yılları arasında Shoe-Shine, Bicycle Thieves, Miracle in Milan ve Umberto D gibi 4 başyapıt kazandırdı. Bu filmler, 1945 yılında Roberto Rosellini’nin Rome Open City filmiyle fitilini ateşlediği İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının da mükemmel örnekleri olarak sinema tarihine geçtiler.
Böylece beyaz telefonlu filmler döneminin ünlü aktörü De Sica, bu filmlere bir tepki olarak doğan ve 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan çöküntüye, yoksulluğa ve umutsuzluğa en çıplak haliyle ayna tutmayı başaran bir akımın Roberto Rosellini ile birlikte en önde gelen yaratıcısına dönüştü.
Pek çoklarınca Yeni Gerçekçilik akımının son filmi olan Umberto D sonrası 20 yılını iki ayrı türde filmler çekerek geçirdi: 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı ve acıları anlatan dramlar ile Akdeniz insanının günlük yaşamına ve kadın erkek ilişkilerine dair komediler. Bu filmlerin büyük bir kısmında başrolleri İtalyan sinemasının en unutulmaz çifti olan Marcello Mastroianni ile Sophia Loren paylaştılar.
De Sica, hep en iyilerle çalıştı. Bu onun hem şansı, hem şanssızlığıydı. Zira filmlerinin başarısını De Sica’dan çok Zavattini’nin senaryolarına bağlayanlar da oldu. Ancak tartışmasız bir gerçek vardı ki, o da bunun kusursuz bir işbirliği olduğuydu! Vittorio De Sica 1974, Cesare Zavattini 1989 yıllarında aramızdan ayrıldılar. Her iki isim de arkalarında onlarca eser bıraktı. İkisin birden imzasını taşıyanlar hep en iyi işleri olarak anıldı.
EN İYİ 10 VITTORIO DE SICA FİLMİ
1. Bicycle Thieves (1948)
Birinci Dünya Savaşı sonrası Roma’da işsiz bir baba ve sefalet içinde yaşayan ailesinin hayatları küçücük bir umut ışığıyla aydınlanır. Baba Antonio sonunda bir iş bulmuştur. Bisikletle sokakları turlayarak, duvarlara afiş yapıştıracaktır. Ancak daha ilk günden bisikletini çaldırır. Bunun üzerine oğlu Bruno ile birlikte Roma sokaklarında bisikletini çalan hırsızı aramaya başlar.
Bazı filmlerin önemini bilmek için o filmleri izlemiş olmak gerekmez; hatta sinemayla ilgileniyor olmak bile. Bicycle Thieves de bunlardan biridir; herkes bilir ki, bir sinema klasiğidir. Hikayesi iki cümleyle özetlenebilecek kadar basit, kalpte bıraktığı sızı bir ömür boyu sürecek kadar derin. Umutsuzluğun, çaresizliğin, en çok da baba olmanın getirdiği sorumluluk duygusunun seyirciye başka hiçbir filmin başaramayacağı kadar yoğun bir şekilde hissettirildiği Bicycle Thieves, hiç kuşku yok ki sinema sanatının en saf klasiklerinden biridir.
2. Umberto D. (1952)
Vittorio De Sica’nın babası Umberto De Sica’ya adadığı ve kendi filmleri arasındaki kişisel favorisi olan Umberto D, biriken borçları yüzünden kaldığı pansiyon odasından atılmak üzere olan yaşlı ve yalnız bir emekli memur ile hayattaki tek dostu olan köpeği Flike’nin yaşam savaşlarına dair kısa bir kesitten ibarettir.
De Sica’nın bir tesadüf eseri tanıştığı ve bu film vesilesiyle, 70 yaşında ilk ve son kez kamera karşısına geçen emekli fizik profesörü Carlo Battisti’nin başroldeki şaşırtıcı performansına ve dokunaklı hikâyesine rağmen, fimin gösterime girdiği dönemde seyirciden beklenen ilgiyi görmemesi, De Sica ve Zavattini’yi sonraki yıllarda daha yumuşak tondan filmlere yöneltmiştir. Bu sebeple Umberto D pek çoklarınca Yeni Gerçekçilik akımının son filmi olarak da kabul edilir. Ama yıllar Umberto D’nin lehine işlemiş, film zaman içinde De Sica’nın Bicycle Thieves’ten sonraki en bilinen ve saygı duyulan eseri haline gelmiştir.
3. Shoe-Shine (1946)
Giuseppe ve Pasquale, 13 ve 15 yaşlarında ayakkabı boyacılığı yaparak para kazanmaya çalışan iki çocuktur. Çevrelerindeki belalı tiplerin ve biraz da şanssızlıklarının etkisiyle kendilerini bir hırsızlık olayının içinde bulurlar. Yakalandıklarında, polisin asıl aradığı kişileri bilmelerine rağmen, hapse girmeyi “ispiyoncu” damgası yemeye tercih ederek, çocuk ıslah evinin yolunu tutarlar. Ancak talihsizlikler orada da peşlerini bırakmayacak, hapishane şartları iki yakın arkadaşı çok geçmeden karşı karşıya getirecektir…
Rome Open City’den sonra, Bicycle Thieves’den önce Yeni Gerçekçilik Akımının temellerini atan filmlerden olan Shoe-Shine, 2. Dünya Savaşı sonrası Amerikan askerlerinin cirit attığı Roma sokaklarının ve çocuk yaşta hayatları çalınmış talihsiz bir kuşağın kusursuz bir portresini sunuyor. İki küçük aktörün hayranlık verici oyunculukları ve çarpıcı finaliyle çocukluk yıllarına ve arkadaşlığa dair unutulmaz bir klasik.
4. Miracle in Milan (1951)
Sokağa bırakılmış kimsesiz bir bebeğin yaşlı bir kadın tarafından sevgiyle büyütülmesi, kadının ölümünün ardından çocuğun yetimhaneye gönderilmesi ve savaş sonrası İtalya’sında yetişkin bir genç adam olarak kendisini sokaklarda bulması, Miracle in Milan’ın sadece ilk 5 dakikasının özetidir. Sonrası ise bu genç adamın yani Toto’nun hikâyesidir. Fakir ve iyi insanları, zengin ve kötü kodamanlara karşı örgütleyen Toto’nun hikâyesi…
Yeni gerçekçilik akımının gerçeküstücü başyapıtı Miracle in Milan’da ne kahramanlarımız, ne de mekânlar De Sica’nın diğer filmlerinden farklı değiller. Ama farklı olan şeyler de var. Örneğin bu kez umutsuzluğun yerini yaşama sevinci, çaresizliğin yerini sihir, yalnızlığın yerini dayanışma alıyor. Filmin bir başka özelliği de diyalogların azlığı ve pek de önemli olmaması. Bu açıdan Chaplin’i, genel havası itibariyle de Capra’yı hatırlatan en tatlısından bir “kendini iyi hisset” filmi.
5. Two Women (1960)
İkinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde Cesira ve 13 yaşındaki kızı Rosetta, her gün bombaların yağdığı Roma’dan uzaklaşmak ve kendilerine savaş bitene dek daha güvenli bir yer bulmak için yollara düşerler. Ancak bu yolculuğun hiçbir durağında aradıkları huzur ve güveni bulamazlar. Savaş zor, şartlar acımasızdır; özellikle de yalnız başlarına yolculuk eden savunmasız bir kadın ve 13 yaşında bir kız çocuğu için.
Two Women, Umberto D sonrası çektiği birkaç film eski başarılarından uzak olan De Sica için yeni bir çıkış olmuştur. Usta yönetmen ilk dönem filmlerinde gerçekçilik uğruna amatör oyuncuları tercih ederken, bu kez başrol için İtalyan sinemasının güzeller güzeli yıldızı Sophia Loren’i seçer. Buna karşılık Loren de Cesira rolüyle o yıl dağıtılan neredeyse tüm “en iyi kadın oyuncu” ödüllerini evine götürmekle kalmaz, İngilizce olmayan bir filmle “en iyi kadın oyuncu” oscarını kazanan ilk aktris olarak da sinema tarihine geçer.
6. The Garden of the Finzi-Continis (1970)
Her yeni kanun, yeni düzenlemeyle hayatı biraz daha kararan insanlar, alıştıra alıştıra, emin adımlarla hedefine yürüyen bir iktidar, hayatın her alanında değişen bir tablo, yükselen faşizm! 1930’lu yıllar İtalya’sı… Toplumun en üst sınıfına mensup varlıklı bir yahudi ailesi olan Finzi Continiler yüksek duvarlarla çevrili cennet bahçelerinde süregiden dönüşümden hiç etkilenmeyecekmişçesine hayatlarını sürdürseler de herkes gibi onlar için de fırtına adım adım yaklaşmaktadır.
De Sica bu olgunluk dönemi başyapıtıyla, 1960’lı yıllar boyunca ağırlık verdiği komedi türünden sıyrılarak yeniden 2. Dünya Savaşı yıllarına bir dönüş yapmıştır. Giorgio Bassani’nin en ünlü romanından sinemaya uyarlanan The Garden of the Finzi-Continis 1972 yılının “en iyi yabancı film” oscarı da dahil olmak üzere layık görüldüğü pek çok ödülle, 1974 yılında hayatını kaybeden Vittorio De Sica’nın uluslararası çapta son büyük başarısı olarak kalmıştır.
7. Marriage Italian Style (1964)
Flashbackler eşliğinde, zengin ve yakışıklı iş adamı Domenico ile genç ve güzel yosma Filumena’nın yıllara yayılan aşklarının hikâyesi. Domenico ile Filumena tanışır, birbirinden hoşlanır, iyi vakit geçirirler. Önceleri Domenico’nun evlilik gibi bir niyeti, Filumena’nın da böyle bir beklentisi yoktur. Ancak zaman içinde bu beklenti değişecek ve kadının fendi elbette her zaman olduğu gibi yine erkeği yenecektir…
Marcello Mastroianni ve Sophia Loren ikilisinin karşılıklı döktürdükleri Marriage Italian Style, De Sica’nın 1960’lı yıllar boyunca çektiği komedi filmlerinin kesinlikle en keyiflisidir. Eduardo de Filippo’nun Filumena Marturano adlı tiyatro eserinden uyarlanan film “en iyi kadın oyuncu” dalında Sophia Loren’e Two Women’dan sonraki ikinci oscar adaylığını kazandırırken, “en iyi yabancı film” dalında ise oscarı Çek sinemasının klasiklerinden The Shop on Main Street’e kaptırarak bu dalda da yine adaylıkla yetinmek zorunda kalmıştır.
8. Children are Watching Us (1944)
Nina, kocası Andrea ve 4 yaşındaki oğlu Prico’yu sevgilisi Roberto uğruna terk eder. Bir süre sonra Prico’nun ani hastalığı, Nina’nın yeniden evine dönmesini sağlar. Yaşananları unutmak zor olsa da, Andrea karısının sadakatsizliğini affetmeye razı olur, Prico da bu arada iyileşir. Tam her şey yoluna girmek üzereyken, Roberto’nun yeniden ortaya çıkışı, bu kez aileyi dönüşü olmayan bir uçuruma doğru sürükleyecektir.
Vittorio De Sica’nın, Cesare Zavattini ile tanışma filmi ve ilk büyük çıkışı olan Children are Watching Us, yıkılan bir yuvayı 4 yaşında bir çocuğun bakış açısıyla göstermek gibi zorlu bir deneyin ürünü. Filmde babanın da, annenin de davranışlarını temellendirmek pek mümkün değil. Zira gösterilen hemen her şey neredeyse Prico’nun gözlemleriyle sınırlı. Dolayısıyla bu ne bir romantizm ne de lanetli bir yasak aşk hikayesi. Daha çok kimi zaman başa gelen dertleri kontrol altına almanın imkânsızlığını yüzümüze vuran acı bir hayat dersi.
9. Yesterday, Today and Tomorrow (1963)
Napoli, Milan ve Roma’da geçen üç gırgır hikâyeden oluşan episodik bir film. Üç bölümde de başroller yine Sophia Loren ve Marcello Mastroianni’nin. Hikâyelerin her birinde mekânlar ve karakterler değişse de, değişmeyen tek şey kadının erkek üzerindeki cinsel gücü. Bu açıdan film, bir yıl sonra Mastroianni ve Loren’i yeniden bir araya getirecek olan Marriage Italian Style’ın da bir ön provası sayılabilir.
Cesare Zavattini’ye beş ayrı ismin daha eşlik ettiği yazar kadrosunun elinden çıkan üç hikaye de birbirinden keyifli. Filmin gösterime girdiği dönemde yarattığı beğeni ise, De Sica’ya bir kez daha “en iyi yabancı film” oscarını kazandıracak kadar kuvvetli (Hem de The Umbrellas of Cherbourg ve Woman in the Dunes gibi rakiplere rağmen!). Ayrıca 30 yıl sonra Pret a Porter filminde bizzat Sophia Loren tarafından tekrarlanacak olan ünlü striptiz sahnesinin de yer aldığı filmde, Loren hakikaten nefes kesici!
10. After the Fox (1966)
Dünyanın en büyük suç dehası ve kılık değiştirme ustası “Tilki” lakaplı Aldo Vanucci, Kahire’den çalınan yüzlerce külçe altını İtalya’ya sokmak için dahice (!) bir plan yapar. Kendisini bir yönetmen, adamlarını ise film ekibi olarak tanıtan Vanucci, insanları inandırmak için her şeyden habersiz gerçek bir film yıldızını bile ekibine dahil ederek, bir liman kasabasında altınları beklemeye başlar…
Vittorio De Sica’nın kesinlikle en uçuk kaçık filmi olan After the Fox, Aldo Vanucci rolünde usta aktör Peter Sellers’ın harikalar yarattığı bir kahkaha tufanı. Ünlü oyun yazarı Neil Simon’ın aynı adlı eserinden uyarlanan film, De Sica’ya bizzat kendisi de dahil olmak üzere tüm sinema dünyasıyla dilediğince dalgasını geçme fırsatı vermiş; o da bunu sonuna kadar değerlendirmiş. Daha açılış jeneriğiyle birlikte kulaklarda yer edinen ve en az kendisi kadar eğlenceli şarkıları da filmin bir başka büyük artısı.
Latif Güven