Frances Ha’nın hikâyesi, alışık olduğumuz tarzda hayatın kusursuz bir şekilde aktığı, mantıklı ve düzenli bir hikâye değil. Tam tersine, tıpkı bir Yeni Dalga filmi gibi rastlantılarla, tekrarlarla, anlaşılamaz kişisel tepkilerle ve ölü zamanlarla dolu bir hikâye…
Okuldan mezun olmuş, dansçı olmak istemesine rağmen çalıştığı ekipte ancak “yedek” statüsünde bulunan Frances Ha ve yakın arkadaşı Sophie’nin öyküsü, her açıdan klasik diye tabir ettiğimiz formüllerin dışında ilerler. Yönetmen, bizleri hayata yeni atılmış gençlerin yaşadığı varoluşsal kaygılarla yüzleştirir. Üniversiteden yeni mezun olmuş, ailesinden ayrı bir şekilde bir metropolde tutunmaya çalışan gençlerin yaşadığı stresi ve git gellerle dolu ruh hallerini başarılı kompozisyonlarla beyazperdeye taşır. Geniş plân, omuz plânı, önsel göğüs çekimi, açı/karşı açı örüntüsü, devamlılık kurgusu gibi bir dizi sinemasal formülü bir kenara bırakarak, kendi anlatım dilini oluşturmanın peşine düşer. Başkarakterin ruh hâli, filmin anlatımını ve temposunu da belirler bir bakıma. Frances Halladay’in umutlandığı ve neşeli olduğu anlarda tempo yükselir, umutsuzluğa düştüğü zamanlarda ise siyah beyaz renk paletinin ve büyük şehrin ağırlığı başkarakteri yuttuğu gibi seyirciyi de içine çeker. Bu açıdan bakıldığında, Frances Ha modern bir Yeni Dalga filmi olarak kabul edilebilir. Düşünce ve mantıktan çok eylemi önceleyen, ilham verici ve umutvar başarı hikâyelerindense başarısızlığın ve düşüşlerin de hayatın akışı içinde normal olduğuna yönelik gerçekçi bir algı taşır. İç çatışmaların, yanlış kararların, başarısızlıkların da bir bireyi oluşturan temel özellikler olduğunu samimi bir biçimde bizlere hatırlatır. Beyazperdede her yıl onlarca örneğini gördüğümüz kararlı, güçlü ve hırslı karakterlerin aksine Frances o formasyondan çıkmadığını her karede gösterir. Büyüme ve olgunlaşma evreleri, yaptığı hatalar ve saçmalama anları gösterilmeden oluşturulan tiplerden farklı olarak, Frances ve Sophie karşımızda canlı ve yaşayan karakterler olarak dururlar. İnsani bütün kusurlara sahiptirler ve ne kadar bunları örtmeye çabalasalar da bunları gizleyemezler. Filmin melankolisi de tam olarak buradan kaynaklanır. Frances de Sophie de bir türlü olgulaşamazlar, yetişkinlerin dünyasına uyum sağlayamazlar. Hayatlarını, “yetişkin” bireyler gibi idame ettiremezler.
Frances’in dans grubundan arkadaşı olan Rachel ve onun arkadaşlarıyla birlikte yemek yedikleri sekansta bu durum iyice günyüzüne çıkar. Rachel ve arkadaşları işlerinden, başarılarından, tatil için gittikleri yerlerden ve gelecek planlarından bahsederken, Frances koskoca masada kendi başına kalır. Onlara uyum sağlamaya, sohbete katılmaya çalışır ama her çabası onu daha da kötü bir duruma düşürür. Üniversiteden mezun olup hayata atılmasına rağmen düzenli bir işi ve kalacak evi olmayan Frances, yetişkinlerin arasında olmasına karşın o masaya ait olmadığının da farkına varır. Hayatında ilerleyemediği gibi geriye de gidemez. Tam olarak sıkışmış durumdadır. Filmin belki de en dikkate değer yanı, Frances’in kıstırılmışlığından ve boğuştuğu sorunlarından bir drama yaratmamasıdır.
Fransız Yeni Dalgası’nda Truffaut’nun 400 Darbe (Les Quatre Cents Coups, 1959)’de, Varda’nın 5’ten 7’ye Cléo (Cléo de 5 a 7, 1962)’da, Godard’ın Hayatını Yaşamak (Vivre Sa Vie, 1962) filmlerindeki gibi Frances Ha da hayatın aslında yoğun ve anlamlı bir dramatik gelişme göstermediğini, bireylerin başarısızlık ve umutsuzluk anlarıyla kendi karakterlerini şekillendirdiklerini ifade eder. Her umutsuzluk ve başarısızlık anını karakterini hırslandırmak için kullanan ve dramatik etki yaratmak amacıyla bu anları sömüren konvansiyonel sinemanın ötesinde, yönetmen Noah Baumbach bunları bireyin kişiliğini oluşturan bütünün parçaları olarak gösterir.
Frances Ha, bugün örneklerine çok sık rastlamadığımız şekilde insanı bütünsel bir şekilde ele alışı ve karakterini sömürmeden beyazperdeye taşıması nedeniyle öne çıkar. Bu açıdan bakıldığında, modern sinema için yenilikçi bir yapım değildir belki fakat Alexandre Astruc’un kamera-kalemini devam ettiren bir çalışma olarak okunabilir. Astruc, makalesinde Faulkner, Malraux, Sartre ve Camus’nün yapıtlarındaki derinliği sinemada vermenin mümkün olabileceğinden bahseder. Bugün, bu yönde örnekleri görmek zor olsa da, en azından o doğrultuda ilerleyen yönetmenlerin farkına varmak sevindiricidir.
Barış Saydam