O kul, “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin,
(iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?” dedi. (Kehf Suresi, 68. Ayet)
Kur’an’da adı geçmemekle birlikte Hızır’a ait olduğu kabul edilen Kehf suresindeki kıssa özetle şöyledir: Hz. Musa, genç adamına iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler. Bunun üzerine beraberce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra Musa genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak daha önce bunu Musa’ya bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir. Bunun üzerine Musa aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rahmet ve ilim” verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Musa, sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arkadaş olmak istediğini söyler. Kur’an’ın adını bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtirse de Musa’nın ısrarı üzerine meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Musa’nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuğa başlarlar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Musa arkadaşına davranışının sebebini sorar. Arkadaşı da, “ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye uyarıda bulunur. Musa özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Musa’nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler. Bu arada söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah’ın emriyle yaptığını söyler (Kehf 18/60-82). Bu kıssadaki üç kişiden sadece Musa’nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri “genç adam” (fetâ), diğeri de ilâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş “Allah’ın kulu” diye anılır.
Buğdayı Ararken Kendine Varmak
Buğday, tasavvuf felsefesine özgü sembolizmle işlenmiş distopik bir bilim kurgu filmidir. Kısmen Kur’an ayetlerine dayanarak, kendine rehber arayan Musa peygamberin hikâyesini anlatır. Film, özellikle de Sufiler için özel bir öneme sahip ayetlerinin alegorik bir yorumlamasıdır. Filmdeki iki ana karakter çölde kum tanesi arayan iki bedeviye benzetilebilirken, filmin kendisi ise bir yol filmidir. Yolculuk boyunca varacakları yerin aslında yine kendileri olmaları ise herkes uykudayken şafak vakti güneşin doğuşunu beklemeye benzetilebilir.
Yüksek çözünürlüklü monokrom ile büyüleyici bir şekilde çekilen film, belirsiz bir şekilde tanımlanmış olan yakın gelecekteki Dünya’da yok olan sentetik gıda mahsullerini, zehirli toprağı ve sınırlarda biriken mülteci topluluklarını, ölümcül elektromanyetik zap kulelerini anlatır.
Genetik profesörü Erol Erin’in (Jean-Marc Barr) buğday tarlası sahnesinin ardından, Dünya gezegenindeki yaşamın yok olma eşiğinde olduğunu yirmi dakikalık bir süreçte öğreniriz. İnsanlar doğayı değiştirerek genetik olarak daha iyi yaşam üretmeye çalışırlar ancak bu süreçte aslında onu yok ederler. Sınırsız yiyecek sağlayabilecek doğal tohumlar kalmaz, arılar ölür ve bu yüzden GDO’nun sınırına ulaşacağı ve Dünya’daki yaşamın sona ereceği bir zaman dilimi yaklaşır. Son umut, genetiği kaosa ve metafiziğe bağlayan teorilerin yazarı, Cemil Akman (Ermin Bravo) gibi görünür ve böylece profesör Erin, hem meslektaşı Cemil’i hem de varoluşun sırlarını arayarak yolculuğuna başlar.
Filmin öncülü, bize sunulan bu dünyayı kavramak için gerekli bağlamdan yoksun olsa da, yine de ilk eylemi, çok fazla açıklamaya başvurmadan temel çevresel konuları, özellikle genetiği değiştirilmiş gıdalar sorununu oluşturmayı başarır. Ancak olay örgüsü ilerledikçe, filmin derinlerinde yatan asıl mesaj biraz gözardı edilmeye çalışılır. Mevlana, Yunus Emre ve diğer Doğu filozofları ve şairlerinden alınan tasavvuf ilhamı, daha geniş bir izleyici kitlesi uğruna biraz daha temelde kalır. Asıl konunun temelde kalmış olmasına rağmen filme yönelik eleştirilerin filmin tamamiyle tasavvufi olması yönünde olması ise şaşırtıcıdır. Tasavvuf kültüründen gelen bir toplumun, bu konulardan kaçınarak filmler yapılması ve bu düşünceyle kurgulanan filmlerin yeterli ilgiyi bulamaması ise birçok noktada özenti yapımların daha çok sevilmesinin nedenini sorgulatır.
Semih Kaplanoğlu ayrıca kıyametin gelişini temsil eden arıların neslinin tükenmesi veya insanlığın yaratıldığı malzeme olan nemli toprakla teyemmüm abdesti alınması gibi önemli miktarda İslami tasavvuf sembolizmi de kullanır: “Andolsun biz insanı şekillenebilir özlü balçıktan, (şekil verilip) kurutulmuş çamurdan yarattık.” (Hicr Suresi, 26. Ayet)
Nefes mi Buğday mı?
Yunus Emre’nin felsefesinden etkilenen Kaplanoğlu, filmin başından itibaren bu soru üzerine filmini kurgular. Yunus Emre kıssasında olduğu gibi buğdayın, kahramanın özünü bulması yolunda bir alegori olması kıssa ile de örtüşür. Film, devamında buğdayın insanoğlunun kurtuluşu olması ve Arapça’daki Elif harfi gibi içinde yaşamı barındırması üzerine y-oğunlaşır.
Buğday, teknolojinin potansiyel olarak sunabileceği ve bizim istismar etme eğiliminde olduğumuz sözde özgürleşmeye yönelik bir arayıştır. Kaplanoğlu, başlangıçta ekolojik farkındalığa daha çok hitap eden evrensel bir konuyu ele alır ancak genetik kriz varoluşsal sorgulamaya yol açtığı ve kaçınılmaz olarak film daha eskatolojik bir deneme haline geldiği için derin kökleri bunun ötesine geçer.
Andrei Tarkovsky açıkça bu film üzerinde etkili olmuştur. Bazı sahneler Stalker‘ı güçlü bir şekilde andırır ve hatta bir yan karakterin ismi de Andrei’dir. Film aynı zamanda Stalker ile benzer bir konuyu da paylaşır. Küçük bir grup erkek dünyanın acılarına cevaplar bulmak için ıssız ve terk edilmiş bir yeri araştırır ancak buldukları şey yalnızca kendilerini keşfetmek olur. Film, Tarkovsky’nin çalışmalarının ölçeğinin ve gücünün küçük bir ölçüsünü yakalamayı başarır. Tüm unsurlar bir arabadır. Bir rehber, bir profesör, yasaklı bir bölge, varoluşa giden gizemli bir yolculuk, hatta asit yağmuru… Kaplanoğlu, filmini hassas dini inançlara uyarlayarak insanlığın geri dönüşünü tahıla bağlar ve mevcut kurtuluş için bunu bir sembol haline getirir.
Michigan, ABD ve Anadolu gibi yerlerde çekimler yapan görüntü yönetmeninin, Giles Nuttgens’in, buradaki çalışmaları ise çarpıcıdır. Özellikle siyah, beyaz ve grinin keskin tonlarında sergilenen Anadolu manzaraları nefes kesicidir. Filmi monokrom olarak çekme kararı, kıyamet sonrası ortam ve filmin temaları göz önüne alındığında mantıklı gelir; çünkü zaten renklerin yerine asit yağmurları, yüzeyde kalan cesetlerle dolu göller, uçsuz bucaksız kayalar ve dağlar, bozuk araçlar ve terk edilmiş evler vardır.
Buğday, gıda güvenliği ve insanlığın doğa ile olan ilişkisi hakkında önemli sorular sormaya başlar ancak anlatı cevap aramak yerine ezoterik meditasyonun derinliklerine iner. Bu tür ruhani düşünceler içinde olanlar için eğer bir bilim kurgu filmi arıyorsanız, kendinizi çarpıcı sinematografiyi takdir ederken bulabilirsiniz.
Seher Kavut