Oscar Brach adlı gizemli bir yazarın çok satan Dedalus üçlemesinin son kitabı olan “Dedalus: The Man Who Did Not Die”ın eşzamanlı çevirisini yapmak üzere, üçlemenin yayıncısı Eric Angstrom’un bir araya getirdiği farklı ülkelerden dokuz tercüman, kendilerine imzalatılan özel anlaşma dahilinde hiçbir şekilde dışarıyla bağlantının olmadığı, Rus milyardere ait lüks bir sığınağa yerleştirilir. Katı kurallarla, silahlı güvenlik görevlileri eşliğinde Pazarlar hariç, 9’dan 8’e kadar aynı salonda 1 ay boyunca çeviri yapacak olan çevirmenler, 1 ay da düzenleme ile uğraşmak suretiyle 2 ay boyunca bu lüks sığınakta yaşayacaklardır. Başlangıçta ortam gayet eğlencelidir. Ama Angstrom, romanın ilk birkaç sayfasını çevirmenlere teslim ettikten bir süre sonra ilk 10 sayfası internete sızdırılır. Sızdıran kişi, Angstrom’a 5 milyon euro verilmezse 100 sayfa daha sızdıracağını söyleyen bir şantaj mesajı atmıştır. Bunun üzerine çeviri etkinliği durdurulur, suçlu bulunana kadar herkes tesiste alıkonur. Angstrom ve çevirmenler, böyle izole bir ortamda sayfaları kimin nasıl sızdırabildiğini bulmaya çalışırlar. Romain Compingt, Daniel Presley ve Régis Roinsard’ın senaryosunu yazdığı, bununla birlikte ikinci uzun metrajını çeken Régis Roinsard’ın yönettiği Les traducteurs, gizemli olay örgüsü, renkli ama renk vermeyen karakterleri ve farklı kurgusuyla etkileyici bir film.
İngiltere, Çin, İtalya, Portekiz, Rusya, Almanya, İspanya, Danimarka ve Yunanistan’dan, yani Dedalus roman serisinin en çok sattığı ülkeleren seçilen 9 tercümanın gözlerden uzak büyük bir tesiste, sıkı güvenlik önlemleri altında toplanıp, milyonlarca okurun beklediği bu serinin son halkasını çevirmeleri ama daha çevirinin başlarında çevrilen sayfaların bir kısmının internet erişimi olmayan bu yerden akıl almaz biçimde dışarı sızdırılması, haliyle 9 kişilik bir şüpheli listesi gibi bir malzeme, kulağa ilk elden Agatha Christie polisiyeleri gibi tınlıyor. Bu kez “katil kim” sorusunun yerini “köstebek kim” sorusu alıyor. Tabii filmin o kaynaktan beslenen fakat modern senaryo refleksleri ve bol geri dönüşlü kurgu hamleleriyle dizayn ettiği hikayesi, elinde birden fazla olan sırlarını birer koz haline getirmeyi ve ilgiyi sona kadar tutmayı biliyor. Bunlar birden fazla olunca, idare edilmeleri, zamanlamaları, tutarlılıkları önem kazanıyor. Senaryonun tüm bunları dört dörtlük hallettiği söylenemez. Özellikle sürprizi bozmayacak şekilde ifade edersek en uzun flashback bölümünde yaşananlar, her ne kadar müthiş bir gerilim ritmi taşısa, daha sonra açıklanacak olan amacını güçlendirse de, zamanlama ve tutarlılık açısından sıkıntılar taşıyor. Zaten başka türlü bu “sızdırma” işi nasıl açıklanabilirdi, bu şekilde açıklanmasaydı B planı nasıl olurdu, o da başka bir sıkıntı.
Senaryonun özellikle kurgusal Dedalus romanına önem yüklemeye yönelik girişimleri çok başarılı. Çevirmenlerin birbirleriyle romanın edebi tarzı, karakterlerin yaşadıkları, dünya çapında popüler olma sebepleri üzerine yaptıkları kısa sohbetler ve aralarındaki kimi atışmalar filmi zenginleştiren unsurlardan. Romanın çevrilmesinden sonra internetten sızdırılmaya başlanmasının ardından senaristler bir yandan işin polisiye yönünü işlerken, bir yandan da çevirmenler arasında yarattığı bu etkileşimler sayesinde, hepsinin olmasa da seçtiği bazılarının karakter derinliğine inmeye çalışıyorlar. Hatta içlerinden evli ve iki çocuk annesi Danimarkalı çevirmen Helene Tuxen’i numune alarak, tüm bu dünyaca popüler roman, çeviri, sızdırma olaylarından bağımsız biçimde bir çevirmenin kişisel kariyer, çevirmenlik, evlilik, annelik yaklaşımlarından çok çarpıcı bir dram yaratmayı başarıyorlar. Üstelik bu numune yan karakteri ve onun hikayesini ustaca filmin ana gövdesine monte ederek adeta şov yapıyorlar. Helene kadar, romanda intihar mı ettiği, yoksa cinayete mi kurban gittiği belli olmayan Rebecca ile kendini çok fazla özdeşleştirmiş olan gizemli Katerina (Rusya), böyle bir roman çevirisinin hakkını verebilmek için fazla güvensiz ve tecrübesiz görünen Alex (İngiltere), çeviriyi sırf ekonomik sebeplerden dolayı kabul eden idealist akademisyen Konstantinos (Yunanistan) da, Angstrom’dan duyduğumuz “çevirmen başkasının hayatını yaşar” sözünün farklı yansımaları olarak tasarlanıyorlar.
Çevrilen sayfaların imkansız görünen şartlar altında hangi çevirmen tarafından nasıl dışarı sızdırıldığı, asıl amacının ne olduğu, romanın yazarı Oscar Brach’ın ortalarda görünmemesi, aralara serpiştirilmiş olan geri dönüşlerde Eric Angstrom’un kiminle konuştuğu ve tabii çevirmenlerin bazı sözlerinden, tavırlarından, mimiklerinden ne derece güvenilir oldukları gibi çeşit çeşit bilinmezi sevk ve idare ediş noktasında genel anlamda iyi bir iş çıkaran yönetmen/senarist Régis Roinsard ve arkadaşları, edebiyatla çevrelenmiş katmanlı bir polisiye gösteri sunuyorlar. Fakat Agatha Christie romanlarındaki suçlu ve suç arasındaki zeka orantısında kurulan bağlantıyı burada kuramama ihtimalimiz var. Burada işlenen suç ve ortaya sürülen suçlu arasında mantık olarak bir kan uyuşmazlığından söz etmek mümkün. İşin motivasyon ayağında klişe de olsa sıkıntı olmamasına rağmen, mesela seyirciyi The Usual Suspects ters köşesinde rastladığımız olağanüstü kimyanın beklentisine sokan bu motivasyonun bağlantı noktaları, aynı seyirciyi hayal kırıklığına uğratabiliyor. Yer yer kendini dağıtan kurgu, yine kendini toparlamayı ve ritmine alıştırmayı biliyor. Tamamı Fransızca konuşan uluslararası oyuncu kadrosunda Lambert Wilson, Olga Kurylenko, Alex Lawther ve Sidse Babett Knudsen performansları daha çok dikkat çekiyor. Sürükleyici, gizemli, edebi ve gelgitli yapısıyla, planlı programlı sürprizleriyle, bazı karakterler üzerinde kurduğu başarılı dramatik yapılarla Les traducteurs, iyi bir polisiye gizemde olması gereken pek çok özelliğe sahip bir yapım.
Osman Danacı