Ahmet Uluçay Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba filmiyle ilgili yazı yazarken Kasaba’daki bir sahneyi âdeta yeniden yaşar. Babanın pantolonunun paçasını düzelttirmek için torununu terziye yolladığı sahne… Hatırlayın sahneyi. Torun, babaya terzinin paçayı düzeltmek için elli lira istediğini söyler. Baba da “elli lirayı o bana versin de pantolon onun olsun” der. Uluçay bu sahneyi yazarken terziye “insafsız adam” der ve elli liraya paça mı dikilir deyiverir. Sonra da Kasaba’nın erdemlerini sıralamaya başlar.
Banu Sıvacı’nın ilk filmi Güvercin’i izlerken aklıma Uluçay’ın yazısı ve haklı serzenişi geldi. Sınıfa giren çocuğun çamur içindeki ayakkabısından, sobanın üzerinde kurutulan çoraptan, kar yağarken sınıfa girmek isteyen camın kenarında miyavlayan kediden bir sinema yapılır mı? Esas meselemiz burada. Büyük paradokslar olmadan, büyük çatışmalara yer vermeden, hatta bırakın karakterleri tiplere bile yer vermeden ancak görüntü ile Uluçay’ın tabiriyle “saf sinema” yapılabilir. Kasaba bunun gayet iyi bir şekilde yapılabileceğinin en net örneklerinden biri belki de… Bağırmadan, sakin ve olgun bir biçimde usta bir nakkaş gibi görüntüyü işleyerek…
Güvercin, elbette bir Kasaba değil. Ama Kasaba olabilecek bir kumaşı var. Usta bir nakkaşı müjdeliyor. Maverdi isimli güverciniyle çatı katında yaşayan bir gencin hikâyesinde olağanüstü hiçbir şey yok. Günümüzde film yapmanın olmazsa olmazlarından sunum (pitching) toplantılarında dikkatinizi çekecek bir unsura da sahip değil. Kâğıt üzerinde okuduğunuzda demode de bulabilirsiniz. Ama filme dikkatli bakarsanız çok değerli anlara sahip. Esas hazine belki de buralarda. Yani film olamayacak malzemelerden film yapma işinde…
Filmde, Yusuf’un yetişkinlerin dünyasına adım atarken yaşadığı gerilim ve bilmediği, yabancısı olduğu bir dünya içerisinde kayıp olma durumu akılda kalıcı bir görsel dille seyirciye aktarılıyor. Filmin ilk bölümlerinde bir pazar sahnesi var. Yusuf baktığı güvercinlerden birini satmak için pazar yerine gidiyor ve kamera pazar yerini boydan boya geziyor. Fakat farklı bir şey var bu sahnede. Kamera pazarda insanları izlemiyor. Kamera satılmak üzere kafeslerinde duran, hapsolmuş ve kaderini umutsuzca bekleyen hayvanların üzerinde… Hayvanların çaresizliği ile Yusuf’un çaresizliği birleşiyor ve güvercinler ile Yusuf arasında kurulan analojik ilişki boyut değiştiriyor. Güvercin’in belki de en dikkate değer yanı metaforlardan, mecazlardan ve söz oyunlarından farklı bir şeyle ilgilenmesi… Güvercinler ve hayvanlar Yusuf’un iç dünyasını dışa vuran birer araçtan/yansımadan öteye geçiyor. Film ilerledikçe Yusuf bizatihi bir güvercine dönüşüyor. Ve kamera nasıl oldu da yukarıdan aşağıya indi ve sonra Yusuf’la birlikte yeniden yukarıya çıktı, son planda da drone çekimiyle birlikte gökyüzüne uzandı fark etmiyorsunuz bile.
Yönetmenin karakteriyle kurduğu ilişki ve Yusuf’u canlandıran Kemal Burak Alper’in bütün bedeniyle karakterin kendisi olması filmdeki dönüşümün başarısını da getiriyor. Yusuf’un çalışmak için gittiği yerde gece yatarken üzerine örttüğü örtünün desenine dikkat ettiniz mi? Bir güvercin deseni… Ya Yusuf’un gece yarısı arkadaşlarının yanından ayrılıp dışarı çıkarak güvercinlerle konuşmasına ne demeli? Güneş çıktığında belki de Yusuf’un çatıya çıkarak orada kalması dönüşümün tamamlandığı nokta. Yusuf ile Maverdi arasındaki ilişki, insan ile insanın baktığı bir canlı arasındaki ilişkinin çok ötesinde. Alt/üst ilişkisi, efendi/köle diyalektiğinin ötesinde bir yere gidiyor iki canlının kader ortaklığı… Dediğim gibi nüanslarıyla birlikte bu dönüşümün ve eşleşmenin filmi olması açısından Güvercin gerçekten de bir ilk filmden beklenmeyecek derecede farklı sularda geziniyor. Keşke klasik dramaturjinin tuzaklarına düşülmeseymiş de filme bir “kötü adam” figürü olarak ağabey karakteri ya da Yusuf’u yeryüzüne indirecek güzel bir kız figürü eklenmeseymiş… Bunlar yeterince altı doldurulmadığı ve zaten filmin de başlıca unsurları olmadıkları için çok göstermelik kalmışlar. Bu tür tuzaklara düşmeden, görsel dili daha da yoğun kullanarak belki daha iyi bir yerde durabilirdi Güvercin. Ancak olduğu haliyle de iyi bir yönetmeni müjdeliyor. Bu da Türk sineması için hiç de azımsanmayacak bir şey. Uluçay’ın dediği gibi şuncacık şeyden de iyi sinema oluyor.
Barış Saydam