Christian Petzold’un son dönem filmleri birbiriyle ayrılmaz bir ilişki içerisindeler. Transit’i izlemeyenler için spoiler vermemek adına filmin sonunu söylemeyeceğim, ancak Undine tam da Transit’in bittiği yerden bir anlamda devam eder. Transit’te bir kadın suya girer. Undine’de de bir dalgıç aradığı kadını ve aşkı bulmak için suya atlar. Transit’te oynayan Paula Beer ve Franz Rogowski ikilisini Undine’de su teması yine birbirine bağlar. Petzold, Undine’i çekmeye başlarken temel elementlerle ilgili yıllara yayılacak bir üçlemenin ilk filmi olduğundan söz eder. Undine’de su elementi temel temadır, ancak bu tema Transit’le birlikte harekete geçer. Ren Nehri’nin yakınlarında büyüyen Petzold için kuşkusuz çocukluğundan beri gelen mitler, masallar ve öyküler onun suyla ve mitolojiyle kurduğu ilişkiyi de destekler. Bu şekilde de neredeyse bilinçdışı bir biçimde Transit’ten Undine’e geçişi tematik anlamda olmasa da semboller ve metaforların kullanımı bakımından bir paralellik taşır. Undine’de tam da Homeros’tan alışık olduğumuz tarzda Ren Nehri’nde dolaştığı rivayet edilen Sirenlere rastlarız. Yönetmen, mitlerle birlikte modern kent yaşamının içinden geçerek hem çok gerçekçi hem de aynı ölçüde gerçeküstü bir aşk hikâyesine bizleri götürür. Film içerisinde sık sık tekrarlayan “beni terk edersen seni öldürmek zorunda kalacağım” cümlesi bir yanıyla evliliği ve ikili ilişkileri anlatan bir anlama sahipken, diğer yanıyla da seyirciyi yaşanacaklara hazırlayan ve gerçekliğin sınırlarını zorlayan bir unsura sahiptir. Petzold’un hemen her filminde olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında dönüşen Batı Almanya’nın durumu filmdeki Undine karakterinin çalıştığı işle karşımıza çıkar. Undine, çalıştığı müzede şehir üzerine bir sunum hazırlarken herkesin şehre ne kadar yabancı kaldığını görürüz. Kent, neredeyse artık kimsenin bilmediği modern, eklektik ve yabancı bir kenttir. Savaş sonrasının kapitalist kentinin kimliksizliği üzerinden Petzold bir kez daha sinemasındaki temel izleği takip eder.
Undine ile birlikte başladığı üçlemesinin ikinci halkası olan Afire’da ise, biri portolyosunu hazırlamak diğeri ise yazdığı kitabın son düzeltmelerini yapmak için taşradaki bir eve sığınan iki karakterin Nadja isimli bir kadınla birlikte değişen hayatlarını odağına alır. Filmin bir yerinde Nadja, kitap yazan Leon’a “etrafında olup biten herhangi bir şeyi görüyor musun?” diye sorar. Bu, aslında filmin de temel sorusudur. Petzold, büyük bir orman yangının kuşattığı karakterlerin bir daha hiçbir zaman aynı olmayacak dünyalarına dahil olurken onları aslında etraflarında kendi kişisel uğraşlarından daha büyük bir dünya ile de tanıştırır. Savaş sonrasında kapitalist kültürle birlikte apolitize olan, bireyselleşen ve empati duygusundan yoksun kalmış bir jenerasyonun tüm kabuklarını bir yaz kaçmağı gibi başlayan pastoral bir aşk hikayesi içerisinde katman katman soymaya başlar. Leon, bencilce kendi dünyasına gömülmüşken Nadja onu dışarıya açar. Felix ise portolyosu için geldiği yazlık evde aradığı aşkı bulur ve bu aşkla birlikte çok daha geniş bir perspektifle yaşadığı dünyaya bakabilir.
Berlin Okulu Ekolü’nün pek çok üyesi gibi Petzold da filmlerinin büyük bölümünde modern insanın yalnızlığını, melankolisini, içe dönüşünü, kendisine ve çevresine yabancılaşmasını konu alırken, son filminde de benzer temaları sürdürür. Undine’deki kesif ve insanın içini acıtan aşk arayışı üzerinden Afire’da da bu temaları insani unsurları es geçmeden, insanın içine işleyen bir düzlemde ele alır. Belki de Petzold’u diğer benzeri çağdaşlarından ayıran en önemli nokta da burada gizlidir. Provokatif, sert ve soğuk bir dille karakterlerini neredeyse laboratuvar denekleri gibi parçalarına ayırıp analiz etmek yerine son derece insani ve duygusal noktalardan derdini anlatmayı başarır. Aşk, bu yanıyla da insan olma paydasında karakterleri buluşturan bir sığınak gibi işlemesinin yanı sıra onların çevreleriyle ilişki kurmasına ve kendi potansiyellerini dışarıya çıkarmalarına da etki eder.
Filmin bu yanıyla bir kapitalizm alegorisi ya da pandemi sürecinin post travmatik etkileri olarak da okunabilecek güçlü bir metinsel karşılığı olsa da postmodern bir aşk hikâyesi olarak görülebilecek bir zemine sahiptr. Tabii ki, aşk hikâyesi derken Hollywood melodramları gibi ilerleyen ya da Wong Kar Wai filmlerindeki gibi duygulara odaklanan bir yanı olduğundan söz etmiyorum. Buradaki durum daha çok Eric Rohmervari, aşkın kendi doğasını da yüzeydeki basit hikâye üzerinden ele alan içe dönük bir bakıştır. Özellikle Rohmer’in Koleksiyoncu Kadın (La collectionneuse, 1967) filmini bu anlamda aklımıza getirebiliriz. Koleksiyoncu Kadın’da da bencil ve empati yoksunu erkek başkarakter Saint-Tropez’deki villasında bir yaz tatili sırasında aynı evi paylaştığı bir kadına âşık olur. Afire da oradaki temel sinopsis ve yaklaşımın üzerine inşa edilmiş gibidir. Fakat Petzold bu hikâyeyi çok daha alegorik ve katmanlı hale getirir. Undine yerel efsanelerden ve mitlerden faydalanan kırık bir aşk hikâyesi iken, Afire ateş elementinin sürüklediği iç yakan bir yürek yangınına dönüşür.
Barış Saydam