Ana sayfa 2000'ler 2005 Takva

Takva

1537
0

Takva, Türkiye’de tabu kabul edilen İslami cemaatleri merkeze koyan ilk film olması hasebiyle oldukça önemlidir ve üzerinde düşünülmelidir. Filmin temel problematiğinin oldukça yalın ve gerçekçi bir biçimde ortaya konuluşu, devamında ise öngörülemeyen bir sonla bitmesi, izleyici üzerindeki etkisini daha da artırmaktadır. Konunun işleniş biçimi ideolojik mahiyet taşımamakta ve adeta içeriden bir gözlemcinin dolaysız olarak yansıttığı izlenimler ve gerçeklerden oluşmaktadır. Buna mukabil, ideolojiler dünyasında, reel olanla ideal olanın çatışması, idealin gerçekleşme ihtimalinin ya da olabilirliğinin çok zor olduğunun açık biçimde gösterilmesi, filmin bu anlamda da deneyimsel bir nitelik taşıdığını göstermektedir.

Filmin senaryosunun çok iyi kurgulanmış olduğu belirtilmeden geçilmemelidir. Şeyh karakterinin yeri geldikçe yaptığı açıklamalar özenle seçilmiştir ve bu tür oluşumların zihniyet dünyasını kavramada çok önemli ipuçları vermektedir. Muharrem’in “görevlendirilmeden” önce kendi yaşayış biçimini tanımlayan birkaç cümlesinin açımlanmaya gerek kalmayacak kadar etkili ve sade oluşu da senaryonun önemini ortaya çıkarmaktadır. Bu meyanda, güçlü senaryonun etkili oyunculuklar ve gerçekmiş gibi duran sahnelerle pratiğe yansıtılması, filmin başarısını, gerçekçiliğini perçinlemektedir.

Film, üzerine yüklenen sorumluluğun getirdiklerinin, kendi yaşam biçimiyle çelişmesi sonucunda, iç huzuru bozulan sıradan bir cemaat üyesi olan Muharrem karakterinin yaşadıklarını anlatmaktadır. ”Tuzsuz aşım, ağrısız başım misali yaşayıp gittik işte” şeklindeki ifadesinde belirttiği gibi, sakin ve sorunsuz bir yaşam sürerken kendini bir anda dergahın en önemli işlerinden olan kira toplama işiyle görevlendirilince hayatı altüst olan Muharrem, iç hesaplaşmayla karşı karşıya kalır. Kendi dünya görüşü ve hayata bakış açısıyla yaptığı işin neredeyse taban tabana zıt oluşu, sandığının aksine dergah işlerinin yürümesinde, kiraların toplanmasında inançsal önceliğin değil, rasyonel düşüncenin hakim oluşu, dış çevreye açıldıkça ve parayla haşır neşir oldukça karakterinin değişmeye başlaması Muharrem’i bocalamaya sürüklemiştir. Bu bağlamda Şeyhin, Rauf’a söylediği “şimdi ona sıradanlığını sıra dışı olduğunu öğretmek lazım“ biçimindeki öndeyişi, Muharrem’in sıradan görünen ama aslında hiçbir “günaha” bulaşmadığı için sıra dışı olan yaşamının nasıl değişeceğinin de bir öngörüsü olarak değerlendirilebilir.

Öte yandan görev kendisine ”tebliğ” edildiğinde, Muharrem’in bu görevin üstesinden gelip gelemeyeceği şeklindeki kaygısı karşısında, Şeyhin verdiği cevap ya da cemaat jargonu gibi değerlendirilebilecek olan ifade anlamlıdır:”Dünya işlerini yapmak için zihin açıklığı değil, kalp açıklığı gereklidir”. Rasyonel ya da mantıksal düşünceyle dünya işleri yürütülmeye çalışıldığı zaman “şeytan”ın dahil olacağını belirten bu yaklaşım da cemaatçi toplumun işleyiş biçimine veyahut “müritlerin” bu şekilde inandırılarak çıkarlarının korunduğuna işaret etmektedir.

Muharrem, dini bütün aileden kira almayarak, buna mukabil içki kullanan ve fakat kirasını düzenli ödeyen kiracısını ise tahliye ederek inancına uygun olarak hareket etmektedir. Bu durumu Rauf’a ve Şeyhe açıkladığı zaman gördüğü tepkiye ise bir anlam verememiştir. Kira toplama işini, zihin açıklığıyla değil kalp açıklığıyla yapmaktadır fakat yine de onay görmemektedir. Bunun yanında, fakir aileden almadığı kira karşılığında dergâhtan bir öğrenci gönderilirse bunun vebalinin kendisinin olacağı şeklindeki Şeyhin açıklaması Muharrem’in kafasını büsbütün karıştırmıştır.

Çuval satışında elde ettiği fazladan iki bin lira Muharrem’i daha da bunaltacaktır. Üst üste bir dürü yalan söylediğinden, haram para elde ettiğinden dem vurarak kendini çıkmazda hissedecektir. Özellikle, patronunun, ”senin bu vakıf işleri sadece kalbini değil kafanı da açtı” demesi bardağı taşıran son damla olacaktır. Çünkü dünya işleri için kalp açıklığı gerekliydi fakat zamanla dünya işleri Muharrem’in kalbini de açmıştır.

Filmden bir sonuç çıkaracak olursak, cemaatlerin aslında oldukça rasyonel biçimde işlerini yürüttüklerini, çağa fazlaca ayak uydurduklarını görürüz. İnancını yaşamaya çalışan sade insanların ise içinde bulundukları toplumsal düzene ayak uydurmakta zorlandıklarını ifade edebiliriz. Ve üstelik cemaat işlerini yürütenlerle, cemaate sadece inancını yaşamaya gelen insanların dünyayı algılayışlarının taban tabana zıt oluşu fazlasıyla manidardır. İnançlı insanın gözüyle ”dünyevi her işe şeytanın karışması, belki de şeytanın kendimiz” olduğu ifadesi ise, uhrevi yaşamdan dünyevi yaşama geçişi yaşayarak öğrenme anlamında deneyimseldir. Günahtan sakınmanın ancak dünyadan yalıtılmış bir yaşam biçimiyle olabileceği, dünyevi işlerin insanı mutlaka günaha sürükleyeceği de buradan çıkan bir sonuçtur, bu anlam dünyası çerçevesinde.

Takva’nın, Türk Sineması’nda, şimdiden özel bir yer edindiğini söylemek mümkündür. Bu özel konumun sebebi olarak, işlenen temanın özgüllüğü, senaryonun çok iyi kurgulanmış olması ve toplumun önemli bir kesiminin yabancı olduğu İslami cemaatlerin işleyiş biçiminin çok net bir biçimde ortaya konulmuş olması yatar. Çekimlerin gerçek mekânlarda ve oldukça gerçekçi biçimde yapılması, oyunculukların mükemmelliği de filmi önemli kılan etkenler arasındadır. Tema işlenirken, dışarıdan bir gözlemcinin beylik laflarıyla bezeli yüzeysel bir değerlendirme ve ruh analizi değil, bilakis içeriden bir karakterin samimi olarak düşündükleri ve yaşadıklarıyla birlikte, cemaatlerin iç dünyalarını anlama ve yorumlama mümkün olabilmektedir. Böylesine “ayrı dünyalara” bakışa Türk Sineması’nda sık rastlandığını söylemek mümkün değildir. Bu bağlamda Yeni Sinemacıların tanımlarıyla “Türkiye açısından toplumsal ağırlığı büyük olan ve buna rağmen fazlaca el değmemiş ya da klişe kalıplar içinde ele alınmış konuların, karakter odaklı dramalarda rafine biçimde işlenmesi” şeklindeki iddiasının somutlaştığını savunmak mümkündür.

Hasan Hüseyin Akkaş

hhakkas@hotmail.com

Önceki makaleUzak İhtimal
Sonraki makaleSevmek Zamanı
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi tarih bölümünden mezun. Tarih okurken sosyoloji, siyaset bilimi ve edebiyata merak duydu. Yazmayı ve özellikle eleştirel yazmayı oldukça önemsiyor. Sinemaya olan ilgisi lise yıllarına dayansa da fakültedeki bir hocasının etkisiyle sinemaya ilgisi arttı ve izledikleri filmleri yazmayı önemsemeye başladı. Yerli filmleri yazmayı, kültürel unsurlara daha hakim olduğu düşüncesiyle daha çok önemsiyor. Amerikan klasik filmleri ile Avrupa sinemasını ve İran Sinemasını önemsiyor. İtalyan Yeni Gerçekçi sinema akımı ve bunun Türkiye'deki izlerini araştırıyor... Lattuada'nın şu sözünü sinema hakkında temel şiarı olarak benimsiyor:”Paçavralar içinde miyiz? Paçavralarımızı gösterelim. Yenildik mi? Felaketlerimize bakalım. Onlar mafyaya mı, Hipokrat sofuluğa mı, konformizme mi, sorumsuzluğa mı, hatalı eğitime mi borçluyuz? Borçlarımızı acımasız bir şereşilik aşkıyla ödeyelim ve dünya, gerçekle bu büyük savaşa heyecanla katılacak… Hiçbir şey bir ulusun tüm temellerini sinemadan daha iyi ortaya koyamaz”.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here