Gerçek olaylardan esinlenen filmde, Texas eyaletindeki League City yerel polis dedektiflerinden Mike Souder (Sam Worthington) ve New York’tan gelen ortağı Brian Heigh (Jeffrey Dean Morgan), kadın kurbanlarının bedenlerini çalılıklara atan bir seri katilin izini sürerler. Fakat katil bir anda yön değiştirir ve bu sefer kendisini izleyen polisleri hedef alır. Her cinayet mahallinde kendisinden bir iz bırakır ama dedektiflerden hep bir adım önde olmayı da başarır. Berduş annesi ve yarım akıllı ağabeyiyle yaşayan Anne Sliger (Chloë Grace Moretz) kaçırılınca, iki dedektif küçük kızı öldürmeden önce onu bulmak için seferber olurlar.
Usta sinemacı Michael Mann’ın kızı Ami Canaan Mann’ın 10 yıl aradan sonra yönettiği ikinci uzun metraj olma özelliği taşıyan Texas Killing Fields, 60 yıl kadar önceye dayanan kadın cinayetleri ve bu cesetlerin bulunduğu alanlara verilen isimden esinlenerek yazılmış bir film. İlk senaryosunu yazan Don Ferrarone’un rotası belli seri katil yapımlarından etkilendiği kadar, kara film sınırları içinde özgün durabildiği anlar da mevcut. Ama filmin öyle başarılı bir kurgusu var ki, bu senaryo kendini en iyi biçimde o kurguda ifade ediyor. Başlar başlamaz içine çeken gizem, sanki parçaları sonradan bulunup yerleştirilecek bir bulmaca kokusu yayıyor. Haliyle bu tarza meraklı seyirciyi baştan tavlamayı başarıyor. Soruşturma süreci, şüpheliler, yeni cinayet teşebbüsleri, kendini bu seri cinayetleri çözmeye adamış kanun adamları, bu durumun onların özel yaşamlarına yansımaları, hepsi bu alışıldık senaryo yapısında bir şekilde filmde yerini alıyor.
Fakat Ferrarone’un bu alışkanlıkları eğip bükmek amaçlı birtakım gayretleri, Mann’ın bu gayretleri görerek bağımsız karaktere sahip etkileyici bir sinema diliyle biçimlenen anlatımı, filmi birçok benzerinin yanında daha orijinal kılıyor. Bir süre iyi polis-kötü polis yavanlığı sinyalleri veren dindar Brian ve asabi Mike’ın fazla renk vermediği halde sakince hissettirilen dostlukları, bir kurbanını vahşice öldüreceğini beklerken elinden kaçıran katil, hedef şaşırtma gibi görünen şüpheliler klişesi sandığımız bir başka durumun aslında suç batağına dönmüş League City’nin kötü kaderine vurgu yapması ve tabiî katilin akıbeti, bu gayretlerin olumlu sonuçlarını oluşturuyor. Uğruna Amerika’nın savaşlar çıkardığı petrolün tam ortasında yaşanan sefalet ve kirlenmişliğe tutulan bir ayna olarak film, karakterlerin zaman zaman dile getirdiği o kaosu, yozlaşmayı ve bıkkınlığı (çıkardığı bazı taşkınlıklara rağmen) ağırbaşlı bir üslupla hissettiriyor.
Aksiyon donukluğu bâki olan Sam Worthington, güçlü ve inandırıcı bir oyun çıkaran Jeffrey Dean Morgan, son zamanların aranan aktrisi Jessica Chastain ve geleceğin (hatta şimdinin) etkin yıldızlarından biri olacağına emin olduğumuz Chloë Grace Moretz filmi sırtlayan isimler. The Piano, Once Were Warriors, Lone Star (ki bu filmle Texas Killing Fields arasında ruhani bir bağlılık da hissetmedim değil), In My Father’s Den, The Painted Veil gibi hatırı sayılır filmlerin İngiliz görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh ve yine İngiliz müzik grubu Tindersticks’in yaylılarından sorumlu Dickon Hinchliffe’in filmin noir ambiyansına tam oturan notaları genel havayı koruyan bütünlükte. Ama film toplamda bir yönetmen filmi sayılır ve Ami Canaan Mann, aynı zamanda filmin yapımcılarından olan babası Michael Mann’ın “big movie” mantığından farklı olarak daha mütevazi bir konumda. Üstelik bu mütevaziliğini gizemli bir hikâyeyi aynı gizemlikte işleyerek gösteriyor. Ruhu olan ve o ruhu elinden geldiği kadar filmine aktaran bir sinemacı kimliği edinmeyi başarıyor Mann.
Osman Danacı
odanac@gmail.com