90’ların sonlarında Kent FM’de Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un sunduğu fenomen radyo programı Kaybedenler Kulübü’nün doğuşu ve gelişimini anlatan film, Tolga Örnek’in Devrim Arabaları’ndan sonraki filmi. En kestirme yoldan özetlersek bu programın yaratıcısı iki kahramanın burjuva köklerini, sözde umursamaz bir şekilde sürdürdükleri yaşam tarzlarını, bardan nasıl hatun götürdüklerini ve aşık olduklarında nasıl bir ruh haline girdiklerini işliyor. İzleyenleri de dinleyenler kadar ikiye bölen, genel olarak iyi çekilmiş bir filmden bu denli sığ çıkarımlarda bulunulmayacağının farkındayım. Filmde Aslı’nın radyo programındaki üslubu eleştirmesinden sonra Kaan’ın “sen programdan bunu mu anladın” sorusu gibi, “peki sen filmden bunu mu anladın” sorusu sorulabilir. Belli bir çevrede efsane olmuş programın arka plânında akıp giden olaylar, yani radyo programı dışında gelişen birçok şey bu sığlığa davetiye çıkarıyor sanki.
Kaybedenler Kulübü, kendi hayran kitlesini yaratmış birçok radyo programı gibi dinleyenleri arasında iyi bir frekans tutturmuştu. Ama ondan uzun metraj bir yapım çıkabilmesi için arka plânda daha fazlasına, daha ilgincine ihtiyaç varmış meğer. Kaybedenler Kulübü’nü anlatacak film bu olmamalıydı belki. Her şeyden önce onu anlatmak için bir filme gerek var mıydı? Kentli iki üst sınıf mensubu adamın özel hayatlarında yaşadıklarından, bir yandan üst sınıf nimetlerinden sonuna kadar (haklı olarak) faydalanırken, diğer yandan kendilerini “kaybeden” ilân edip üzerine bir de radyoda kulüp kurarak tabudeviren “kazanan”a dönüşmelerinden doğacak hikâye ilginçliğine sahip olmayan bir film bu. Zaten filmin bana göre yegâne ilginç anlarını da, gerçek kayıtlara sadık kalarak derlenen program sahneleri oluşturuyor. Kısacası filmi görünce karşılık beklemeksizin, sırf kendi zevkleri için Kaybedenler Kulübü’nü yaratan gerçek Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un birer program sunucusu olarak yaydıkları pozitif elektriğin, asiliğin, özgürlüğün sadece yayılan ses dalgalarında kalması daha iyi olurmuş diye düşündüm.
Filmin özgürlük anlayışından, seksist yaklaşımına, aşk aldanmışlığından, “kaybeden” mantığına kadar pek çok yanını paragraflar dolusu eleştirmek mümkün. Bu yüzden filmi uzun uzadıya eleştirmek, onu ciddiye almak demek anlamına geliyor. Film gereksiz yere kendini fazlasıyla ciddiye alıyor ki, radyo programı sayesinde intiharın eşiğinden dönen bir dinleyenin “bu da bizim 68’imiz” demesi bunun sadece bir örneği. 68 kuşağını tam olarak anlayamamış bir 90’lar gencinin (ya da onu dillendiren senaristin) bu benzetmeyi sebepleri kadar sonuçlarıyla da dünya tarihinde önemli yere sahip bir dönemin sadece pasifleşmiş “sonuç” kısmında takılıp kalmışlığıyla değerlendirmesi şaşılacak bir durum değil. Dinleyici profilinin çeşitliliğini yansıtmak, başına buyruk bir imaj yaratarak kitleleri etrafında toplamayı başarmış bir radyo programının yarattığı samimi havanın etkilerini göstermek için önemlidir. Ama seçilen tiplemelerin ve onların hayatı algılayış biçimlerini ele veren yavan yaklaşımlarının filme aktarılması esnasında hiçbir özen yok. Oysa Kaan ve Mete kadar, onların hitap ettiği kesimin filme yapacağı katkılar da önemliydi.
Benzer bir algı, “kaybeden” olma meselesinde de kendini gösteriyor. Buradaki kaybetmek basit bir burjuvazi romantizminden öte anlam barındırmıyor. Maddi kaygıları olmayan, iyi kötü sevdikleri işlerle meşgul iki şehirli adamın hobi olarak yürüttükleri radyo programcılığı sayesinde büyük bir hayran kitlesi edinmeleriyle eski yaşantılarının sakin rutinini kaybetmelerinden dem vuruluyorsa bu kaybedenlik bir nebze yerini bulabilir. Ama maddi kaygısızlıklara, cinsel bolluğa ve şimdi de şöhrete sahip ikilinin bu kayıpları pek bir önem arz etmiyor. Dertsiz başlarına yoktan dert yaratıyorlar, rahat onlara batıyor sanki. Şehirliyim ama daha sakin bir hayatı özlüyorum, etrafımda kadın çok ama gerçek aşkı arıyorum, kalabalıkta yalnızım türünden ıssız adam mızmızlıklarının haksız yere filmin olması gerektiği şeklin önüne geçtiği pek görülemiyor. Çünkü 90’ların dengesiz romantizmini ve sanki kendi buluşlarıymış gibi “kadınlar seni sen yapan özelliklere aşık olup sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar” özlü sözünün açılımını yapan arızalı bir aşk hikâyesini “bu da bizim 68’imiz” gençlerine zahmetsizce pazarlıyorlar.
Peki olmamış bir filmin olması gereken yer neresidir? Bu olay ilk nerede patlak verdiyse kaynak orasıdır. Radyo! Tanınmış ve iz bırakmış bir radyo programı ve onun sıra dışı DJ’leri hakkında film yapılıyorsa Good Morning Vietnam, Talk To Me veya bazı kusurlarına rağmen The Boat That Rocked’a mutlaka göz atılmalı, orada üstünde durulan muhalif altyapının sağlamlığından dersler çıkarılmalı. Ders kelimesinin sevimsizliğinden barış, özgürlük, düzene karşı nüktedan ya da ciddi dik duruşlar türetilmeli, üzerine gidilmeli, rahatsız etmeli. Böylece “ev arkadaşınız ünlü bir radyocuysa tüm gün oturduğunuz koltukta bile sevişecek biri ayağınıza kadar gelebilir” gibi bir sürü ıvır zıvırla başınız ağrımaz. Şayet “kaybeden” olmanın altı maddi gerekçelerden bağımsız biçimde doldurulmak isteniyorsa apolitik takılmak gibi bir lüksünüz olmamalı. Tabiî bunu “bu da bizim 68’imiz” deyip işin içinden çıkan bir film için söylüyorsak boş konuşuyoruz o ayrı.
Tolga Örnek, iyi bir yönetmen olma yolunda yerini aldığını Devrim Arabaları filmiyle kanıtlamış bir insan. Kaybedenler Kulübü de özellikle kurgu masasında iyi işler çıkarılmış bir film olarak değerlendirilebilir. Ama böyle bir filmin teknik kabiliyetlerden çok daha fazlasına ihtiyacı var gibi geliyor bana. Biraz sivri dillilik, biraz “kaybedenlik” sorgusu, karakterleri kadın delisi özgür ruhlu maçolar yerine daha derinlikli müzik ve sanat tutkunları olarak göstermeye ihtiyaç duyan bir senaryo tadilatı birçok şeyi farklı kılabilirdi. Belki o zaman estetik sevişme sahnesi ya da özellikle The Truman Show’da çok güzel kurgulanmış bazı şov müdavimlerinin tepkileriyle nabız tutma alıntısı gibi pek çok yönetmen iyi niyetleri yerini daha sağlam bulabilirdi. Tabiî öncelikle Nejat İşler ve Yiğit Özşener’in sinir bozucu, ruhsuz, umursamaz, aşağılayıcı triplerine “cool” bir duruş gözüyle bakabilenlere hitap eden bir film Kaybedenler Kulübü.
Osman Danacı
odanac@gmail.com