Memurluk görevim nedeniyle çok yeri biraz dolaştım. İllerin hemen hemen hepsi ve ilçelerin büyükçe bir bölümü. Yaz ayları. Sinema olayıyla ilgili bir iki ilginç anım var.
Yaz ayları denetim elemanlarını Anadolu’da bir araya getirir. Maliye müfettişleri, hesap uzmanları, banka müfettişleri, başka denetim elemanları kentlerde rastlaşırlar. O arada çok sıkı, ama büyük kente döndükten sonra çabuk çözülebilen bir arkadaşlık kurulur aralarında. Askerlik arkadaşlığı gibi bir şey.
Akşamları sinemaya gideceğiz arkadaşlarla. 1961’de Sivastayım. Dört ay kaldım o ilde. Her akşam sinema, yazlık sinema. Dikkat ettim herkes paltosuyla geliyor Temmuzda yazlık sinemaya. Üst üste iki film gösterimi var. Birinci filmde herkes ceketli. İkinci film başlayınca ama, paltolar giyiliyor. Çünkü o arada ısı iyice düşmüş. Şaşırmıştım buna önce. Sonra gerçeği tam vurgulayan bir özdeyiş geldi aklıma ve rahatladım: “Soğuk dermiş ki aslım Erzurumlu’dur, ama ben Sivas’ta otururum.” Kısa sürede böyle bir ısı farkı…
1963’te de, Paris dönüşü Kars’tayım. Tam bir siyah-beyaz hayat görünümü. Orda da sinemaya giderdik arkadaşlarla. Yazlık sinema yoktu Kars’ta. Yazı o kadar kısa ki, nasıl olsun? Ordan da bende silinmez bir anı kalmıştır. Vali dahil, herkes sinemada. Ve herkes, vali dahil, “sımışka” (ayçiçeği çekirdiğinin Rusça adı) yiyor. Çıtır da çıtır. Filmdeki sesler o çıtırlar içinde zor ulaşıyor size. Film bittiği zaman da sinema salonunda sımışkadan geçilmiyor. Diz boyu demeyeyim de…
Bir yıl sonra da Çanakkale’ye gitmiştim. Bir yardımcı vardı, Mustafa Üzeler. Çok değerli bir arkadaş. Onunla da orda zaman zaman yazlık sinemaya giderdik. Sinema dümdüz. Ama arka sıra için kesilen biletlere “balkon” deniyordu. Birinci, ikinci, lüks koltuk ve balkon… Hepsi aynı düzeyde ve art arda.
Bir de Bilecik’in Bozüyük ilçesinde bir sinemaya rastladım. Adı: Lale Sineması. Beyoğlu’ndaki Lale Sineması adı taşrada kaç sinemanın adı olmamış ki! Bir çok ilçede Lale Sineması adına rastladım. Hepsi de tek sinema oralarda.
Şık sineması geldi şimdi aklıma. Aynalı sinema. Alkazar’ın sırasında ve az ötesindeydi.
Sinemanın, özellikle de tüm yerli filmlerin getirdiği bir argo vardı, bir çeşit zenginleştirilmiş şoför argosu. Bütün Anadolu’ya köylere kadar yayılmıştı. Yerli filmler ülkemizde standart bir dil yaratmıştı. Şimdi o standardı TV oluşturuyor. Argo’nun yerini de reklam spotları almış durumda. Üstelik TV sadece standard dil değil, standard insan da yetiştirmeye başladı.
Kötü bir yanı da var bunun: reklamlar sanatın yerini de tutmaya başladı. Bunun nasıl yansıları olacak kimbilir? Ahmet Haşim’in dizesi değil, “Benim televizyonum iyidir” sözü perseng oldu dile. Bu yönden alınırsa, yeni ama yoz bir kültür oluşmakta.
“Artık sinemaya pek gitmeyenin notları”nı yazarken bunları düşündüm. Bir arkadaşım Ayı filmine gitmiş. Çok sevmiş. Anlattı bana, hem de bütün ayrıntılarıyla.
Bizim ilk gençlik yıllarımızda film anlatma diye bir olay da vardı. Geçende değinmiştim buna. Yine de söyleyeyim, TV’den sonra film anlatma olayı olamaz. Etkili olamaz. Bu yüzden Ayı’yı anlatan arkadaşımın bütün anlatma yeteneğine, özenini, beğenisini bana kaydırma tutkusuna karşın, görsel planda imgeleyemedim o kurdeleyi. TV kendi somutunu fazla mı ağır bastırdı yoksa? Film anlatılamıyor artık. Çünkü TV hiç mi hiç anlatılamaz.
Marshall McLuhan medyaları anlatırken sinemayla TV’yi ayırıyordu birbirinden. Birine “sıcak”, birine “soğuk” medya diyordu. Neden?
* Bu yazı Beyazperde dergisinin Şubat 1990 yılında yayımlanan 4. sayısından alınmıştır.