Jacob Falk, yazmayı sürdürdüğü savaş filminin senaryosunu bir türlü bitiremeyen, kendi işiyle takıntılı bir senarist ve yönetmendir. Bir gece arabasıyla Arap asıllı genç bir adama çarpar. Ne olduğunu öğrenmek için arabadan indiğinde çarptığı adam yanındaki çantasını almasını ister. Jacob çantayı aldıktan sonra adama yardım etmeden kaza yerinden kaçar. Jacob’un aldığı çantada Irak’la ilgili, Danimarka hükümetini sarsacak sırlar vardır. Jacob, adamın başından geçenleri halka açıklamak için her şeyi göze alacaktır.
İlk filmi Reconstruction ile bir aşk hikâyesini sıradışı modern bir romansa dönüştüren Danimarkalı Christoffer Boe, o filmde izlediği kendine has yazım-yönetim-kurgu disiplinini bu kez alışıldık ölçülerde bir politik gerilime uyarlamak istemiş. Aslında bir parça klişe görünmesini de kasten istemiş sanki. Zira bu filmi karşılaştırmak için anlatım izleğini Reconstruction’a, konu birlikteliğini de herhangi bir 11 Eylül sonrası Amerikan sağduyu sıradanlığına başvuracağız. Christoffer Boe’yu bilenler için kaba tabirle “kel alâka” iki ucun birlikteliği sonuç olarak pek de uyumlu değil açıkçası. Alting Bliver Godt Igen ya da İngilizce adıyla Everything Will Be Fine, kötü bir film değil. Ama Boe’nun kalibresini bilenler için eksikliklerin veya uyumsuzlukların göze batmaması zor bir yapım kanımca.
Gayet şık açılış sekansıyla küçük bir özet de sunan film, yönetim olarak sorunsuz, hatta Christoffer Boe elinden çıktığını garipsetmeyecek kadar temiz ve muğlak. Jacob’un asıl meseleye girişinden itibaren adım adım yaklaştığı tedirginlik ve paranoya hissini de seyirciye geçirme becerisi yerli yerinde. Ana gövdeden kopuk görünen evlat edinme konusunu da özellikle finale katık etme de öyle. Bu sayede filmin sürükleyici etkisi üzerine olumsuz şeyler söylemek haksızlık olur. Ne var ki, filmin çoğunu kaplayan “politik” duruş, her ne kadar sadece Jacob’un Cuma günü teslim etme zorunluluğu bulunan bir savaş filmi senaryosuna, dolayısıyla Jacob’un kendi yazdıklarıyla bütünleşme alışkanlığına mâl edilse de, Boe alışkanlıklarının ötesinde Hollywood alışkanlıklarına daha yakın duruyor. Kimsenin Boe’dan böyle bir duruş beklentisi içinde olduğunu sanmıyorum. Zaten o da filmin bitişiyle birlikte bizi Reconstruction ikliminden kopmadığına ikna etmeye çalışıyor gibi görünüyor. Ama 11 Eylül sonrasına dayanan paranoyaların ya da acı gerçeklerin Danimarka ayağına bu kadar fazla bel bağlanmış olması, filmin asıl altını çizmek istediği “sinematik” algı ve kurgu becerisini gölgede bırakıyor bana göre. Bu sayede seyirci, Jacob ve Ali arasında bir paralellik, havada kalan bir vicdan arayışına giriyor haklı olarak. Oysa Boe’nun derdi çok başka ama bunu anlamak filmi mantık olarak kurtarmaya yetmiyor.
Reconstruction’ı özel kılan bir sürü özellikten biri de Alex ile Simone / Aimee arasındaki üç bilinmeyenli denklemi kendi yorumlarıyla birlikte seyirciye de yıllar boyu sürecek bir ikilem (ya da üçlem!) yaşatacak denli özgür bırakmasıydı. Oysa Everything Will Be Fine, her ne kadar aynı kalemden çıkmışsa ve bu filme bazı kablolardan bağlı olduğunu iddia etse de, aslında geriye fazla soru işareti bırakmayan, basitçe “yaptım oldu” demeye getiren bir film bence. Bu durum, filmin her şeyi olan Jacob’u canlandıran Jens Albinus ile hiç yakınlık kuramamış olmamla ilgili de değil. Zaten onu paranoyaya götüren, bir kaybedene dönüştüren pek çok şey senaryoda mevcut. Yani Boe, Albinus’tan bile olsa bir karakter yaratmayı bilen bir adam. (Aynı zamanda Marijana Jankovic’ten sonlarda da olsa müthiş bir oyun yakalayabilen biri). Benim aldığım ders, Christoffer Boe’nun Offscreen gibi fazlaca p.o.v. (point of view) veya burada olduğu gibi fazlaca Amerikan izleği olmak yerine, sadece Reconstruction gibi şiirsel bir gerçeklik üzerine daha olumlu senaryolar üretebileceği yönünde. Şimdilik!
Osman Danacı
odanac@gmail.com