Bu yıl İstanbul Film Festivali 30. yılını kutlarken, festivalle yetişen bir yönetmen kuşağıyla birlikte özel bir kitap hazırlandı. Türk sinemasının son dönemine damgasını vuran yirmi yönetmen, geçmişten günümüze kendilerini etkileyen yirmi film seçti ve hazırlanan kitapta seçtikleri filmleri yorumladı. Durul ve Yağmur Taylan’ın seçimi de Fransızların şahsına münhasır yönetmeni Leos Carax’ın Kötü Kan (Mauvais Sang, 1986) filmi oldu.
Festivalin 30. yılı dolayısıyla Türkiye’ye gelen Carax ile bu vesileyle Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde moderatörlüğünü Altyazı dergisinin editörlerinden Senem Aytaç’ın üstlendiği ve Taylan Kardeşler’in sorularıyla şekillenen bir söyleşi gerçekleştirildi.
Söyleşinin ilk bölümünde Taylan Kardeşler, yönetmene filmlerinin oluşum sürecini sordular. Filmlerinin oyuncu kadrosu, set ekibi ve kullandığı müziklerin seçimiyle ilgili bilgiler veren yönetmen, daha sonra üretime erken başlamasına rağmen, kariyerinde toplam dört uzun metrajlı film olmasının nedenlerini anlattı. Doğru oyuncuyu, güvenebileceği ekip arkadaşlarını, filmlerinde kullanabilmesi için kendisine para verecek bir yapımcıyı ve uygun zamanı bulmanın zorluklarından bahseden yönetmen, Tokyo! (2008) filmi için çektiği kısa filmin de kendisi için önemli bir tecrübe olduğuna değindi.
Toplamda dört uzun metrajlı filmi olan Carax’ın bugün filmlerinden pek çok sahnenin gerek ana akım gerekse de bağımsız filmlerde kullandığını görüyoruz. Bunlardan en ünlüsü de kuşkusuz James Cameron’ın meşhur filmi Titanic (1997)’te, iki aşığın geminin ön tarafında kollarını uzatarak gittikleri sahne… Carax’ın Köprüüstü Aşıkları (Les Amants du Pont-Neuf, 1991)’nda kullandığı sahnenin Titanic’te de aynen kullanılmasıyla ilgili yönetmen esprili bir şekilde şöyle dedi: ”O zamanlar arkadaşlarım bana sürekli (James Cameron’ı) dava etmemi söyledi. Ama ben o sıralar zengindim ve çok da umursamadım. Fakat şimdi pişmanım, keşke dava etseymişim.”
Söyleşi boyunca sorulara fazla cevap vermeyen, filmlerini unuttuğunu ve sinema konuşmaktan hoşlanmadığını söyleyerek, kendisine yöneltilen soruları esprili bir şekilde cevapsız bırakan Carax, günümüz sinemasında eşine çok az rastlanan yönetmenlerden biri.
Sinema okumadan 17 yaşında ilk kısa filmini, 22’sine geldiğinde ise ilk uzun metrajı olan Oğlan Kıza Rastlar (Boy Meets Girl, 1984)’a imza atan Leos Carax, hem sessiz sinemadan hem de Fransız Yeni Dalgası’ndan kalan mirası sahiplenir; en çok da Jean-Luc Godard’la arasında girift bir bağ kurar. Onun klasik anlatının bütün formüllerini tersyüz eden, geçmişin mirasını sahiplenmesine karşın; onunla bir mücadele içine girerek yeni bir formül üretme çabasını, Carax’ın sinemasında da görürüz. Yönetmenin sinema anlayışı; bütünlüklü ve çizgisel bir anlatımdan çok, dağınık sekansların birleşmesinden oluşan bir toplamayı andırır. Hikâye anlatımı da buna istinaden, son derece karmaşıktır. Parçalar çok dağınıktır ve her karakter filmin bir yerinde kendi sahnesine çıkar. Kimi zaman da oyuncular kameraya bakarak, ona karşı konuşur ve oynamaya başlar. Buna en iyi örnek; Oğlan Kıza Rastlar filminde Mireille’nin, Alex dilsiz bir adamla konuşurken kameraya dönerek ona çeşitli jest ve mimiklerde bulunması gösterilebilir. İzlediğimizin bir film olduğu gerçeğini hatırlatan bu numaraların dışında, sık sık kullanılan karartmalar da yönetmenin bu vurgusunu tamamlar cinstendir.
Tıpkı François Truffaut gibi, Carax da gündelik yaşamın kendine özgü ritmini yakalamayı her şeyin üstünde tutar. Onun için yazılı bir senaryodan çok, karakterlerin ruh hallerini yansıtacak sıradan eylemleri ekrana taşımak daha önemlidir. Paris’in sokaklarında boş boş gezen bir kadın, nehrin kenarında gecenin zifiri karanlığında içmeden sigarasını yakıp nehre atan bir genç, Alex’in kulağına kulaklığını takıp otoyolda gözü kapalı yürümesi, Mireille’nin evde tek başına dans edişi, bir fincanın kırılması, barda oynanan basit bir tilt oyununun hayatla örtüşen yönleri ve buna benzer daha pek çok ayrıntı sahne… Hayatın içinden sıradan sahneleri bir mozaik haline getiren yönetmen, aslında bir hikâye anlatmakla da uğraşmaz. Bir hikâyeyle kendini sınırlamak yerine, pek çok yan hikâyeyle hayatın ironik yanlarını da açığa vurma şansı yakalar.
Oğlan Kıza Rastlar, yönetmenin kadın-erkek ilişkisi üzerine çektiği bir üçlemenin de ilk ayağını oluşturur. Sevgililerinden ayrılan Alex ve Mireille, mucizevi bir şekilde birbirleriyle tanışır. Alex, tıpkı kaderinin peşinde koşar gibi Mireille’nin peşinden gider. Ta ki ona rastlayana kadar… İkili konuşmaya başladıklarında, ikisinin de hayata bir türlü tutunamadıklarını ve yaşamlarını istedikleri gibi yönlendiremediklerini görürüz. Oğlan, kızı bulur bulmasına, ama bu sefer de geçmiş ve gelecek aralarına girer. Geçmişin hataları, geleceğin umutlarını söndürürken, belki de sinema tarihinde hiç rastlanmayacak kadar ilginç bir ilişkinin de anatomisine şahit oluruz.
Kötü Kan; yönetmenin en dinamik ve lirik filmidir. Filmin final sekansında, Juliette Binoche’un oynadığı Anna kaybettiği aşkının peşinden yolda amaçsızca koşmaya başlar. Gözlerini kapatır, ellerini açar, rüzgârı bütün benliğiyle hisseder ve amaçsızca koşar… Arka planda Sergei Prokofiev’in meşhur Romeo ve Juliet bestesi çalarken, Carax; Anna’nın hareketlerini hızlandırır ve ortaya inanılmaz lirik bir sahne çıkar. Hüzünden, yalnızlıktan, terk edilişten, sonsuz aşktan, özgürlükten ve yok olmuşluktan beslenen, dinamik görüntülerle daha da etkileyici bir hâl alan final sekansı; Carax’ın aşka bakışını da gözler önüne serer. Anna, Alex’in kendisine olan aşkını artık fark eder. Ama Alex ona aşkını verdikten sonra, kendi aşkını kaybeder. Bu yüzden Lise motosikletiyle uzaklaşırken, Anna umutsuzca koşmaya devam eder. Köprüüstü Aşıkları’nda ise, ilk defa Caraxvari gelişen aşk, üçlemenin diğer iki filmi gibi sonuçlanmaz. Fakat sonuç aşamasına gelene kadar da iki karakter kendi içlerinde büyük bir mücadele verir. Üçlemenin diğer iki filmine göre, Köprüüstü Aşıkları filmindeki karakterler geçmişlerinden ders çıkarabilmişlerdir. Gençliğin ele avuca sığmaz enerjisi, vurdumduymazlığı ve ölümün uzakta olduğu düşüncesi yerine; geçmişte yapılan hataların getirdiği sorumluluklar ve geçmişten kalan hatıralar vardır.
Şimdilik ufukta yeni bir Carax filmi gözükmese de, şimdiye kadar çektiği dört uzun metrajıyla adını unutulmaz yönetmenler arasına yazdıran Carax; yaşamdaki karşıtlıklardan beslenen imkânsız aşk hikâyeleriyle de romantizme yeni bir boyut kazandırır. Onun, hayatın ironisi içinde yitip giden “arıza” karakterleri, aşkın labirentlerinde çıkış yollarını ararken belki de en çok tesadüfler onların yardımına koşar. Tıpkı Hegel’in felsefesinde olduğu gibi, muhtemel olanla gerçek olan arasında, zorunluluklarla rastlantılar arasında yaşanan kaotik çelişkilerin birer nesnesi olurlar. Oysa tek çıkış yolu aşktır, dünyada onları var eden ve kendi potansiyellerini dışarı çıkarabildikleri tek an; o sihirli andır. Ama biri onlara âşık olduğunda, onlar kendi aşklarını kaybeder. Onlar sevdiğinde ise, iş işten geçmiştir artık… Carax’ın âşıkları ancak birbirleriyle çarpışarak, birbirlerinde var olurlar. (Barış Saydam)