Gizlenmek için bir nedene ihtiyaç duymayanlar vardır: Aşırı aydınlık yüzünden kimsenin birbirine doğru dürüst bakmadığı yerlerde bile ve kimse sizi izlemiyorken, kimi zaman refleksif olarak gizlenirsiniz. Sığınak “açılmış” değil, doğal bir yerdir sanki; yine de o alanı “açmanız” gerekir: Noi açısından bu durumun sonradan üretilen yapay bir rahim, bir anne ikâmesi olup olmadığını anlamamıza Cemal Süreya yardımcı olabilir: “Annem ben çok küçükken öldü, beni öp, sonra doğur beni” diyerek. Bununla birlikte, Noi kendi “doğumunu” ne salt melankoli biçiminde ne de sadece teknik biçimde yaşar: Aynı zamanda kusursuz bir ironisttir o: Zaten filmin başlarında Kierkegaard’a tepki vermesinin nedeni de, bu ortak ironik damarı görmesidir. Noi ironisinin içine bile ironik olarak saklanmaktadır; ama hiç kimseden değil. Onu çevreleyen otorite figürleri, okul müdürü, baskıcı öğretmen ve babası gerçek iktidarı temsil etmekte zorlanacak kadar “zavallı” tiplerdir (tıpkı o kadar da “zavallı” olmadıklarını zannettiğimiz diğerleri gibi); onları yenmek için savaşması gerekmez. Hâttâ kızına yaklaşmaması için onu uyaran, tehdit eden adam bile, hem de Noi’yi suç üstünde yakalamışken kendiliğinden yumuşar, dilsel ereksiyonunu kaybeder. Bunları şu nedenle anlattım: Noi Albinoi, otoriteye başka bir açıdan bakıyor: İktidar, iktidarsızlaştığı anlarda bile “tehlikelidir”. O’na yine de ve her koşulda direnmek gerekir. Gözükara Noi’nin saklanma refleksini (anne meselesini de unutmadan) böyle açıklamak olasılıklardan biri, eğer açıklamak gerekliyse.
Lakin bu olgun bakışın filmin temel sorunu olduğunu söylemek aşırı yorum olur. Albinoi’de göze en çok çarpan şey, aynı anda hem kavramsal hem teknik bir varlık gösteren “coğrafya”dır. Katıksız bir kara film olmasına karşın, beyaz İzlanda’da geçmektedir hikâye: Dış dünyanın görünümü, tıpkı Noi’nin saçsız, kaşsız görünümü gibi, ifadesizdir. Manzarayı eşitleyen beyazlık giderek insan ruhunu da eşitlemiş olacak ki, filmdeki diğer karakterler de, “nedense” yitirmedikleri arzu nesneleriyle bile sadece geçici ilişkiler kurarlar. Kierkegaard okuyan babadan “kent hayatından kaçmaya” çalışan Iris’e, başarılı falcıdan torununu okula gitmesi için tüfekle uyandıran görkemli büyükanneye, akordu bozuk diye piyanosunu baltayla parçalayan Elvis hayranı ama metal tişörtü giyen babaya kadar, okul yönetimi hariç neredeyse bütün karakterler tutkuludurlar: Yine de sakin görünürler ve belirsiz çemberlerinin dışına çıktıklarına dair bir kanıt yoktur. Sadece Noi, tekdüze ve güvenli bile olsa hayata müdahale eder, hem de doğrudan: Daha doğrusu, yönetmen, Noi üzerinden coğrafyaya müdahale eder: Pastel tonlardaki aile mutfağına kıpkırmızı kanı (itiraf etmeliyim, beni heyecandan yerimden kaldırarak!) boca ettirir ya da donmuş toprakta mezar açabilmek için Noi’ye kaynar su kullandırır. Bütün bu karşıt değerleri ustaca kullandığını teslim etmemiz gereken Dagur Kari, bununla da kalmayarak, gözalıcı bir basitlikte, mezarlıkta son derece yüksek zekâlı olduğunu bildiğimiz Noi’nin doğu ile batıyı birbirine karıştırmasını sağlar. Hem de dünyanın en sevimsiz araçlarından birinin gölgesinde: Bir telsizin.
Yine de karşıtlıklara müdahale bununla sınırlı kalmıyor: Daha doğrusu, Noi sadece coğrafyaya müdahale etmiyor. Kafedeki kumar makinasının bile “aklıyla” oynuyor; bir bakıma kendi talihini kendi eline alıyor.
Albinoi, başta bu nedenler yüzünden, durağan gibi görünen çok hareketli bir film aslında. Kalbiniz dayanırsa, sadece piyanosunu önce sakince çalmaya çalışan, ardından bir öfke krizine girerek onu parçalayan, ardından oğluyla sakince konuşmaya çalışıp bir anda piyanoya yaptığını ona yapan, ardından yine sakinleşip bu sefer daha büyük bir “moral” baskıyla ona zorla sarılan babayı… bütün bunları iki dakika içinde izleyiniz. Ne piyanoyu ne oğlunu gereği gibi akort etmeyi başarmış bir babanın “iki” asiyi şiddetle eşitleyen tavrıyla, yani bir piyano-oğul olarak Noi’ye bakışıyla, Noi’nin okula kendi yerine bir ses kayıt cihazı göndermesi arasındaki benzerlik, sadece bu ilişkinin okunmasıyla olanaklı olabilir: Bir makinalaşma uygarlığına iki bakış: Baba, kendi baba figürünün altında ezilirken (ki Noi’ye prezervatif kullanmakla ilgili tavsiyesi yüzünden daha baştan bu figürü geçersizleştirmektedir) Noi, iktidarın makinalaştırma silahını yine iktidara çevirir; yani ezilmez. Öyle ya, madem ezberleyen bireyler istenmektedir, işte kayıt cihazı: En mükemmel bellek. “Play” düğmesine bastığınızda söylediklerinizi size geri verir, tıpkı birçok öğrenciniz gibi, tıpkı istediğiniz gibi. Üstelik, cihaz, sadece öğrenci değil, öğretmendir de: Ezberleten ve sürekli aynı biçimde ezberleten mekanik bir ses. Filmin hemen başındaki matematik sınavında, boş teslim edeceği kağıda sadece adını yazmak için ödünç kalem isteyen Noi’nin önüne “ekstradan” bir de cetvel fırlatan (tabii ki Noi bu “aracı” kullanmaz), yoklama alırken bile cetvel kullanan öğretmen için, muhteşem bir ikamedir kayıt cihazı.
Lakin Noi’nin basit bir ironiyle çözüm getirdiği eğitim sorunu korunma refleksi gösterir ve Noi okuldan uzaklaştırılır. Noi yine kendinden bekleneni yapmaz: Yani bu duruma kayıtsız kalmaz. Üzülür. Ne de olsa, avukat olmak istemektedir. (Noi’nin bu isteğini dillendirdiği sahnenin duygusal başarısı olağanüstü! Bütün gevezeliğime rağmen, bu, dokunmak istemeyeceğim bir şey.)
Kısacası, aşırı teşhirin, görünürlüğün uygarlığında zorunlu saklanmaların ve yeniden ortaya çıkışların filmi, Noi Albinoi. Düşünsenize, banka memuresinden banka müdürüne kadar herkesin sizi tanıdığı ve kulağınızı çekebileceği bir yerde ağız tadıyla banka bile soyamazsınız. Araba çalsanız, baştan beri teknik işlevinden söz ettiğimiz “kar” bir biçimde sizi durdurur. Yani bir Amerikan rüyası yaşamak zordur burada: Burada ancak kendi rüyanızın içine saklanabilirsiniz: Yani donmuş insani durumların coğrafyasında, doldurulmuş hayvanlarla dolu bir müzeye. Dagur Kari’nin, bu simgede de “klişe” kullanma riskine bilerek girdiğini varsaymamız aşırı yorum olmaz herhalde; tıpkı “Doğu-Batı” esprisinde olduğu gibi. Yeri gelmişken, yönetmenin sadece bu noktalarda değil, sığınak konusunda da cesur davranamadığını, sığınağın içine seyirciyi de alarak, Noi’nin tam da kaçtığı “bakışı” oraya sokarak bir zaaf sergilediğini belirtmemiz gerekiyor. Noi’nin hem simgesel olarak, hem de işi icabı açtığı mezarların iki yönlü, bir negatif diyalektiğe gönderme yapan mezarlar olduğu gerçeği unutulmamalıdır: Belgisiz cesetler için açılan mezarlara giren aile üyeleri ve içine saklanılan “mezar mimarili” sığınağın ölümden kurtardığı hayat: Bu imgelere “fazla” dokunmamak filmi olduğundan daha güçlü hale getirebilirdi, demek istiyorum.
Kuşkusuz, zaafın karşısında ince bir zekâ da durmuyor değil. Çok iyi yapılmış karakterler hiçbir inandırıcılık sorunu yaratmıyor. Noi krep yaparken dans eden büyükannesiyle (ki Lina Eiriksdottir karakteri, başlıbaşına, film içinde kendine has bir film daha yaratmış ve orada başrolde oynuyor gibi: torununa hediye ettiği ve filmin omurgasını tamamlayan muhteşem oyuncakla da döngüyü tamamlayan kavramı seyirciye hediye ediyor) oluşturduğu ritim ya da Noi’nin Iris’in çatı katındaki penceresine attığı kartopuna dönüşte tekme atması… Noi Albinoi bu türden sayısız küçük sekansı büyük başarıyla bir araya getirmiş, tablonun fazla “genel” görünümüne bağlı kalmadan parçalar hakkında konuşmayı başarmış bir film.
Her şeyden önce, Noi Albinoi, acı kahkahanın eleştirel gücünü anlamış olanlar için, neredeyse manifestik bir film. Yine de eşsiz Fargo’yu yapan Coen’lerin Noi Albinoi’de neler yapabileceklerini düşünmeden edemiyor insan. Filmi yönetmenin elinden almaya, düzeltmeye çalışan izleme biçimine karşı durabilecek daha fazla ideal “kibirleri” var sanki.
Ozan K. Dil
ozandil@gmail.com