Ana sayfa 2010'lar 2010 The Ghost Writer

The Ghost Writer

1388
0

Ghost Writer

Başlangıçlar – Sonuçlar

Bir film hakkında çeşitli yayın organlarında çıkmış yazıları okuyor, fikirleri dinliyoruz. Kendimiz bir şeyler karalamak istediğimizde ise mümkün olduğunca söylenmemişleri söylemeye çalışıyoruz. Roman Polanski’nin son filmi The Ghost Writer için de çok yorum yapıldı. Hemen hepsinin buluştuğu ortak nokta Hitchcock kodlarının ve soğuk savaş dönemini konu alan politik entrika filmlerinin referanslarını taşıdığı. Martin Scorsese’nin son filmi Shutter Island için yapılan yorumlar da özellikle Hitchcock ve klâsik kara film geleneklerinden nasibini aldı. Her iki usta yönetmenin de köklere bağlılığı, bu filmler için yarattıkları dil ile günümüze taşındı. Bu durum onlar için yeni değil. Hitchcock’un, Huston’un veya Friedkin’in bu işe başlayıp üretmelerinden beri bir sürü sinemacı, meslektaşlarından etkiler, alıntılar, göndermeler kullandı. Shutter Island bir dönem filmi olmasının gereklerini bu gizemli etki-alıntı-gönderme dilini kullanarak özünü yansıtmasını çok iyi başarmış bir yapım. Polanski ise The Ghost Writer ile daha güncel oluşunun ihtiyaçlarını bu eski dille buluşturmayı bilmiş bir film. Hangisinin daha zor veya kolay olduğu önemli değil. Bunlara rağmen Shutter Island, The Ghost Writer’dan daha kalifiye bir film bana göre. Çünkü bazı yönlerden avantajlı denebilir.

Fakat dönem filmlerindeki ustalığı da tartışılmayacak Polanski’nin bu kez aktüel bir altyapıya serpiştirdiği referansların halen içinde bulunduğumuz politik ortamda oynanan oyunlarla iç içe geçerek yarattığı kimya, geçmiş ve gelecek arasında kurulmuş sağlam bir köprü gibi adeta. Dönem filmlerinin ya da klâsik uyarlamalarının film noir unsurlarla bütünleşmesi, atmosfer oluşumunda güncel yapımlara göre onlara biraz daha fazla avantaj sağlıyor. Kostüm, makyaj, ışık, filtre, dekor, doğal ortamlar kullanımı, geçmişte başvurulacak kaynak bolluğu sayesinde seyirciyi ilgili dönemin havasına sokmakta hiç sıkıntı çekmiyor. 2000’lere gelindiğinde ise bu avantajın eksikliği, moda akımlarının doğal farklılaşması ve teknolojik gelişmelerle daha fazla hissedildi. İronik gibi görünen bu durum aslında tam da olması gerektiği gibi gelişiyor. Zira 2000’lerde klâsik olarak gördüğümüz yapımlar bile henüz eskiler kadar demlenmedi. Eğer bir yönetmen geçmişe dönmek istiyorsa, çoğu kez o dönemin kurallarına uymak durumunda. 2000’lerin kuralları belki de tam oturmadığından işte The Ghost Writer gibi 2000’li yılların politik gerilimlerindeki modern atmosfer dahilinde göndermeler veya etkilenimler içeren, bu sayede filmin tümüyle olmasa da akılda kalıcı başarılı sahnelerle geçmişe dönmeyi mümkün kılabilen filmlerin sivrilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Klâsik ve modernin buluştuğu noktalarda ise navigasyon cihazları, cep telefonları, LCD TV’ler, dizüstü bilgisayarlar, flash bellekler, internet, Google vs. bu kesişme noktalarına hizmet eder hale geliyorlar. Çoğu zaman karakterlerin işlerini kolaylaştırıyorlar, hatta onlar üzerinden gerilim sahneleri bile tasarlanıyor. Bu hızlılık ve sentetiklik birçok filmde insanı, onun anlık korkularını, düşünme biçimini, hata yapma doğallığını çok gerilere atıyor, öldürüyor. Oysa Polanski’nin tüm bunlara sunduğu sinemasal çözümlerin karşılığı da hep eskilerde saklı.

Gölge Yazar tamlamasıyla izlediğimiz biyografi yazarının bünyesinde dahil olduğumuz politik entrikalar, Polanski ve Ewan McGregor sayesinde bizi adım adım bilinmezlik merdivenlerini çıkmaya zorluyor. Yazarla özdeşleşmek çok kolay. Merakını dizginleyen, sivrilmemeye çalışan yazarın naifliği, yavaş yavaş olmadığını iddia ettiği araştırmacı gazeteciliğe kayıyor. Politik it dalaşının tarafları olan eski İngiltere başbakanı Adam Lang, Richard Rycart ve Paul Emmett ile görüştüğü sahnelerde hiç ayak oyunları yapmayıp kimden ne duyduysa söylemesi, yaşadıklarını aynen aktarması, bu tarafların yazara verecekleri tepkilerin kestirilemez oluşuyla gerilimi arttırıyor. Her an kafasına bir kurşun sıkılabilir veya uçaktan okyanusa atılabilir bir belirsizliğin hakim olduğu bu ortamda yazarın gösterdiği saflık, onun hayatta kalmasını da sağlıyor bir yerde. Muhtemel aksiyonu hissettirmeyen ve göstermeyen Polanski anlatımı, top tüfek kullanmadan basit yollarla sahneleri gerebiliyor. Yazarın navigasyon cihazlı konuk arabasıyla “son arama”yı takip ettiği, Emmett’a ulaştığı, sonra da takip edilmeye başlayıp feribota kapağı attığı uzun bölüm, şayet başka bir yönetmenin filminde yer alsaydı, kaynak gösterilecek isimlerin arasında mutlaka Polanski de olacaktı. Ne var ki, yazarın saflığı, finalde aptallığa dönüşünce filmin o anına dek ilgisini zinde tutan bir kısım izleyicide hazımsızlık belirtilerine rastlamak muhtemel. Gerçeğin gizlendiği şu “başlangıçlar” sırrı da filmin olgun zekâsına eğreti durarak bu durumu körükledi sanki. Sabit kameralı son sahne ise bu hazımsızlığı bir nebze doygunluğa dönüştürebilr. Çünkü politik yapımlarda mutlu son olmayacağı gerçekliği, acı da olsa izleyenlerde düşünmeyi tetikleyen mühim bir faktör.

Adam Lang’in Tony Blair benzerliği de çok konuşulmakta. Churchill, Thatcher ve Blair’den başka doğru dürüst Birleşik Krallık başbakanı tanımamamızın sebepleri var. Bush ile aynı dönemde kim başbakanlık yapsa belki aynı benzerliğe sürüklenecekti. Eski gazeteci ve BBC muhabiri Robert Harris’in The Ghost romanı, finaldeki sürpriz haricinde çok fazla twist içermiyor kanımca. Savaşlarda başı çeken liderlerin aynı zamanda birer insan hakları hamisi olduklarını, CIA’in elinin ve burnunun uzunluğunu bilmeyen kalmadı. Başkanlık sistemi ile başbakanlık mevkileri arasındaki fark dahilinde, her zaman İngiltere ile Amerika arasındaki efendi-uşak benzetmeleri yapılacak, hatta George Michael’ın Shoot The Dog klibi gibi çok daha ağır eleştiriler kusulacaktır. Resmî görevleri sona erdiğinde bu insanların gölgelere yazdırdıkları biyografilere en ufak bir inancım yok. Nitekim yine bir gölgeye yazdırıldığı muhtemel Tony Blair’in yeni çıkan A Journey biyografisinde de, ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu politikaları hâlâ soğumadığı için herhangi bir pişmanlık itirafı (sanki çok şeyi değiştirecekmiş gibi) yer almadığı konuşuluyor. Neticede Chirac’ı hıçkırık tutmasından, Bush’un burnuna leblebi kaçmasından, eşleriyle geçirdikleri zor zamanlardan, araya bir iki üstü kapalı politik gönderme yarım ağızlığından öteye gitmeyen bu kitaplar, bir kere politikacının iradesi dışına çıkmadığı için ne derece objektif olabilir sorusunu sormak gerek. Galiba en zevklisi sinemada politikacı biyografisi izlemektense, politikacı biyografisi hazırlanış evrelerini izlemek olmalı.

Oyuncu seçimi yönünden çok başarılı bir film olması yanında, Polanski’nin hemşehrisi Paul Edelman’ın görüntü yönetimi, şu sıralar en popüler tema bestecilerinden Fransız Alexandre Desplat’nın atmosferi çok iyi koklayan müzikleri, 95 yaşındaki efsane aktör Eli Wallach’ın kısa ziyareti, her zaman gri gökyüzü, loş oteller The Ghost Writer’ı eskiye değer veren günümüz sinemaseverlerini memnun edebilecek düzeyde bir film yapmaya yetiyor. Dillere sakız edildiği gibi Polanski’nin kendisini yasaklayan ABD ve İngiltere’den aldığı bir intikam olduğunu da düşünmüyorum. Belki sadece Polanski’nin değişime çok fazla değişmeden de ayak uydurabildiğinin, güncel savaş politikalarına ve iktidar çatışmalarının gizli oyuncularına eleştirel bakışını yitirmediğinin kanıtıdır.

Osman Danacı
odanac@gmail.com

Önceki makale61. Berlin Film Festivali Başlıyor
Sonraki makaleBiutiful
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here