Aslında Shane Meadows filmlerinin incelemeye ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Yine de filmleri izlemekle kalmayıp, onlar hakkında birşeyler karalama ihtiyacı duyan bazı sinema severleri doldurmaya muktedir filmler çekiyor Meadows. Sarsıcı bir intikam hikayesi, ırkçılık yarasına sağlamca basılan bir parmak veya Somers Town’da olduğu gibi son derece sade ve kısa bir dostluk öyküsü. Gerçi Somers Town’ın herhangi bir filme malzeme olacak bir hikayesi olduğu da söylenemez. O hikaye de tek başına trenle Londra’ya gelen, geldiği ilk gün serseriler tarafından dövülen ve eşyaları çalınan 15 yaşlarındaki Tomo (Thomas Turgoose) ile, Polonya göçmeni işçi babasıyla birlikte yaşayan Marek’in (Piotr Jagiello) dostluğundan ibaret. Hemen hemen aynı yaşlardaki bu iki çocuğun yalnızlıklarını paylaşmaya başlamalarıyla yaşadıklarından film yapılıyorsa, içinde beklenmedik bir trajedi, beklenmedik sosyal gelgitler ve beklenmedik sürprizler ve kırılma noktaları beklenebiliyor. Oysa Meadows sanki hiç de film çeker gibi düşünmemiş Somers Town’ı. Sade akışı, siyah beyazlığı, müsait olmasına rağmen hiç irdelemediği sosyal zemini, 75 dakikalık süresiyle adeta tüm olumsuzluklardan arınmış, izole olmuş bir gerçeklik, bir sıcaklık, bir sevimlilik yayıyor. Tabii alttan alta, hatta sıklıkla alttan üste yaşam zorluklarını, geride bırakılanların hüznünü, rutinliğin sıkıntısını, ergenliğin sancılarını da görünürleştiriyor.
Somers Town’ın meselesi (bir meselesi olduğu düşünüldüğü vakit) genel değil, tamamen Tomo ve Marek’e özel bir kesiti olabildiğince yalın biçimde dile getirmek. Festival ruhu taşıyan düşük bütçeli sade yapımlar, o sadelik içinde yakaladıkları kendilerine has kırılma anlarıyla varlıklarını güçlendirirler. İki çocuğun sıradan karşılaşması, mainstream yapımlarda alışık olunan bakış açılarına göre ilginç olduğu kadar doğal (belki de perdede bu kadar doğallığa pek alışık olunmadığı için ilginç!) diyalogları, çekişmeleri, yaramazlıkları, birbirlerine alışmaları, saflıkları, kurnazlıkları, aynı kıza aşık olmaları ve bu aşkı algılama biçimleri ile sınırsız bir özgürlük içinde, fakat derli toplu ele alınmakta. Tomo ve Marek’in zıt karakterler olması, yalnızlıkları sebebiyle bir araya gelmelerine ve anlaşmalarına engel değil. Zaten zıtlıkların birbirini çekmelerinde bir hakem rolü oynayan yalnızlığın önemi büyüktür. Bu zıtlıkların yansımaları iki çocuğun anlaşma ve alışma süreçlerinde sıklıkla kendini gösteriyor. Tomo’nun uyanıklığı, girişkenliği, vurdumduymazlığı, Marek’in içine kapanıklığı, yaşına göre olgunluğu, iyi niyeti ile çok güzel dengeleniyor. O denge, ortak noktaları ve ortak karakter özelliklerini su yüzüne çıkarıyor.
Uyumsuzluklara, uyanıklıklara, yaramazlıklara rağmen Tomo ve Marek için en belirgin ortak özellik ise saflık. Kendilerinden yaşça büyük güzel Fransız garson Maria’ya olan duyguları her ikisinde farklı yansımalar gösterse de, o duyguların çocuksu bir masumiyetle yıkandığı anlaşılıyor. Bunu Maria’yı tekerlekli sandalye ile evine bıraktıkları, filmin en özel sahnesinin hissettirdiklerinden de çıkarmak mümkün. Maria faktörü, Tomo ve Marek’in ona karşı hissettikleri duygunun farklı yansımaları kadar, ikisinin dostluğunun Maria ile birlikte vakit geçirme, onu paylaşma, hatta onu görmek için beraber Paris’e gitme planları yapma seviyesine geldiğini de gösteren dengeyi ifade ediyor. Platonik aşk mağduru ergen duygusallığı yerine, Maria’dan gördükleri abla veya dost sıcaklığının yalnızlıklarında bulduğu karşılığı yitirmemek üzerine bir dostluk yaşıyor Tomo ve Marek… Terk edip gittiği ailesi hakkında hiç bilgi sahibi olamadığımız Tomo ve samimi biçimde hoşgörü sahibi babası ile yaşayan, buna rağmen anne özlemini çok içli biçimde dile getiren Marek’in bu yalnızlıklarına buldukları kusursuz bir karşılık olarak Maria, sıkıntılı ve gri bir İngiltere gökyüzüne doğan güneş gibi iki arkadaşın yüreğinde çiçekler açtırıyor. This Is England’daki Shaun hayatının en güzel gününü yaşıyordu. Burada da Tomo ve Marek hayatlarının en güzel gününü yaşıyorlar. Belki o günler başkalarının zevkine uymaz, sıkıcı ve anlaşılmaz gelebilir. Oysa ergenliğin eşiğindeki bir çocuk için, “kimse beni anlamıyor, her şeyden ve herkesten nefret ediyorum” ergenliğinin eşiğindeki bir çocuk için böylesi tertemiz anları bulup, onları yüceltmek çok daha kolaydır. Çünkü yaşadıkları zamanın, mekanın, insanların boğuculuğu arasında geliştirdikleri seçicilik kadar, kendini kapıp koyvermenin de bu özel anlara anlam yüklemesi kaçınılmazdır bir yerde. Çünkü zamana karşı yıpranmış olsa da, hepimizin ergenliğinde yaşadığı bir “hayatımızın en mutlu günü” mutlaka vardır. Bu özü arka arkaya iki filminde kullanan Shane Meadows, belli ki o dönemlerine olan bağlarını koparmamış, ergenliğini canlı tutmayı başarmış.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com