Ingmar Bergman – Büyülü Fener
Çeviren: Gökçin Taşkın
Agora Kitaplığı, 2007
“ Bir film makinesi kadar sahip olmak istediğim başka hiçbir şey yoktu. Bir yıl önce ilk kez sinemaya gitmiş ve bir atla ilgili bir film görmüştüm. Sanıyorum adı ‘Kara Güzellik’ti ve ünlü bir çocuk kitabından uyarlanmıştı. Sture Sineması’nda oynamıştı. En ön sırada oturup seyretmiştik. İşte benim için başlangıç bu oldu. Hiç sönmeyecek bir ateşle tutuşmuştum. Suskun gölgeler, soluk yüzlerini bana çevirerek işitilmeyen seslerle en gizli duygularımla konuştular. Aradan altmış yıl geçti ve hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı ateş.” s.13
Babası papaz olan Bergman anlatıyor:
“Ağabeyim intihar girişiminde bulunmuştu. Kız kardeşime ailenin itibarını kurtarmak adına zorla bir kürtaj yaptırıldı. Ben evden kaçtım. Annemle babam başı sonu olmayan yıpratıcı kriz içinde yaşadılar. Görevlerini yerine getirdiler. Büyük çaba sarf ettiler. Tanrı’dan merhamet dilendiler. İnançlarının, değer yargılarının ve geleneklerinin onlara hiçbir yararı olmadı. Hiçbir şeyin yararı olmadı. Dramımız herkesin gözü önünde, papaz evinin pırıl pırıl aydınlatılmış sahnesi üzerinde oynandı.” s.125
“Daha gençken ve iyi uyuduğum zamanlarda iğrenç düşler bana işkence ederdi: Cinayet, işkence, soluksuz kalma, aile içi cinsel ilişki, yıkma, yok etme ve delice öfke. Yaşlılığımda hayat yükünden kaçan dost ve rahatlatıcı düşler görüyorum. Kimi zaman düşümde parlak bir yapım görüyorum. Büyük kalabalıklar, müzik ve renk renk dekorlar. Büyük bir doyum içinde kendi kendime şöyle fısıldıyorum: ‘Bu benim yapıtım, bunu ben yarattım.’” s.157
“Kimi zaman artık film yapmadığım için hayıflanırım. Bu doğal bir duygudur ve gelip geçer. Her şeyden çok Sven Nykvist’le çalışmayı özlüyorum, bunun nedeni belki de ikimizin de tepeden tırnağa ışık sorunlarına tutkun olmamız. Işık, yumuşak, tehlikeli, düşsel, canlı, ölü, aydınlık, buğulu, sıcak, sert, çıplak, ani, karanlık, ilkyaz ışını, çarpıcı, pencereden çıkan, dik, meyilli, duyarlı, boyun eğen, sınırlayıcı, zehirli, yatıştırıcı, soluk. Işık.” s.206
“ ‘Fısıltılar ve Çığlıklar’ için bir Amerikalı dağıtımcı bulmak güç oldu. Yaşlı ve deneyimli temsilcim Paul Kohner’in zahmetli çabaları hiçbir sonuç vermedi. Ünlü bir Amerikalı dağıtımcı filmi gördükten sonra ‘Bu filmi izlettiğin için sen bana üste para vermelisin’ diye bağırdı. Sonunda korku ve hafif porno filmleri alanında uzmanlaşmış bir firma bize acıdı. Bir Visconti filmi zamanında tamamlanamadığı için New York’un nitelikli sinemalarından birinin programında bir boşluk vardı. Noel’den iki gün önce ‘Fısıltılar ve Çığlıklar’ın dünya prömiyeri yapıldı.” s.206
“İnsan yılların içinde ilerledikçe, zihnini değişik konulara yöneltme ihtiyacı azalıyor. Olaysız günlere ve çok fazla uykusuz olmayan gecelerime şükrediyorum. Farö’deki projeksiyon odam bana sözcüklere dökülemez bir tat veriyor. İsveç Film Enstitüsü sinematekinin gösterdiği dostça kolaylık sayesinde onların zengin arşivinden eski filmleri ödünç alabiliyorum. Koltuğum rahat, odam sıcak, ışığı söndürüyorum ve karanlıkta ilk titrek resim ak duvarda beliriyor. Sessizlik içinde iyi yalıtılmış projeksiyon odasında projeksiyon makinesi mırıldanıyor. Gölgeler yüzlerini bana çevirerek hareket ediyor ve beni kendi yazgılarıyla ilgilenmeye zorluyorlar. Aradan altmış yıl geçti ve benim duyduğum heyecan aynı.” s.210
“… Başarısızlığın taze ve keskin bir tadı olabilir, yenilgi saldırganlığı harekete geçirip pinekleyip duran yaratıcılığı yeniden hayata kavuşturabilir. Everest Dağı’nın kuzeybatısına tutunmak zevklidir. Biyolojik nedenlerle susturulmadan önce bana karşı çıkılmasını ve sorgulanmayı çok istiyorum. Yalnızca kendi kendimle çatışıp kendimi sorgulamak değil. Bunu zaten her gün yapıyorum. Olay yaratan, baş belası bir insan çetin bir ceviz olmak istiyorum. İmkânsız olan çok çekici, çünkü yitirecek hiçbir şeyim yok. Kazanacağım hiçbir şey de yok. Birkaç gazetede çıkacak hoşnut alkışlardan başka. Bu alkışları da okuyucu on dakikada, ben on günde unuturum.” s.229
Andrey Tarkovski – Kurban
Çeviren: Tuba Tarcan Çandar
Dönemli Yayıncılık, 1988
“İnsan ‘seyirciye bir şey aşılayacağım’ diye uğraşmamalı, bu son derece faydasız ve anlamsız bir görev. Seyirciye hayatı göstermek çok daha iyidir, o nasıl olsa bunu doğru şekilde değerlendirmesini bilecektir.” s.165
“Sinema hayata fazlasıyla bağımlıdır, bütün dikkati onun üstünde yoğunlaşmıştır. Bu yüzden hiçbir türe sıkıştırılamaz, tür kalıplarının yardımıyla herhangi bir duygu yaratması beklenemez. Tiyatroda ise aksine düşüncelerle çalışılır, insan karakterleri bile bir düşünceden ibarettir.
Hiç şüphesiz tüm sanat yapmadır. Gerçeği yalnızca simgeleştirir. Bu çok bilinen bir hakikattir, ama yalnızca mükemmel olmayan bir beceriye, yetersiz bir profesyonelliğe dayalı bir ‘yapaylığı’ da bilinçli yapılmış bir biçem olarak ileri sürmemek gerekir, özellikle eğer bu tanım belirli bir görüntüselliğin gereklerine değil, yalnızca abartılmış ve zorlanmış bir çabaya ve ne pahasına olursa olsun etki yaratma arzusuna dayandırılıyorsa.
İlginç, hem de ne pahasına olursa olsun ilginç bir yaratıcı sanatçı olma arzusu yalnızca taşralılığın bir göstergesidir. İnsan, seyircisine de kendi onuruna da saygılı olmalıdır. Seyircinin yüzüne dumanı üflememelidir. Kediler köpekler bile bundan pek hoşlanmaz.
Bu, tabii ki her şeyden önce seyirciye güvenme sorunudur. Sinema salonunda oturan tek tek her seyirciyi göz önüne almak zorunda olmasa da bu gerçeği değiştiremeyiz. Seyirciye mesajının ancak çok ufak bir bölümünü iletiyor olsa da her sanatçı mümkün olduğu kadar çok anlaşılmak ister. Ama aslında çok da fazla dertlenmemek gerekir: Sanatçının ısrarla üstünde durması gereken tek nokta, düşüncesini mümkün olduğunca dürüst bir şekilde ifade etmek olmalıdır.” s.167
Slavoj Zizek – Kieslowski ya da Maddeci Teoloji
Çeviren: Sabri Gürses
Encore Yayınları, 2008
Zizek, Patricia Highsmith’in yarattığı Ripley karakterini, kitaptan ve beyazperdeye uyarlanmış hâlinden yola çıkarak kıyaslamalı bir şekilde yorumluyor:
“… Highsmith’in Ripley’inin gizemi, bireyin radikal bir şekilde kendini ‘yeniden icat etme’ becerisi, geçmişin izlerini silme ve tümüyle yeni bir kimlik edinme becerisi şeklindeki o standart Amerikalı ideolojik motifi aşar, postmodern “Proteuscu Benliği” aşar. Filmin romana göre başlıca başarısızlığı burada yatar: Film Ripley’i bulanık bir şekilde kimliğini yeniden yaratan Amerikalı kahramanın yeni bir versiyonu hâline sokarak, ‘gatsby’leştirir. Burada kaybolan şeyin örneğini, en iyi şekilde romanla film arasındaki önemli fark vermektedir: Filmde Ripley’in vicdanı sızlar, romandaysa vicdan azabı aklına bile gelmez. Bu yüzden filmde Ripley’in gay arzularının açıklaştırılması da yanlış vurgu yapmaktadır. Minghella, 1950’lerde Hinghsmith’in kahramanı geniş bir kitlenin hoşuna gidecek hale sokması gerektiğini, günümüzdeyse her şeyi daha açık bir şekilde söyleyebileceğimizi ima eder. Fakat Ripley’in soğukluğu onun gay tutumunun yüzeydeki etkisi değil, tam tersidir. Daha sonraki Ripley romanlarından birinde, karısı Heloise’le haftada bir, düzenli bir rituel olarak seviştiğini öğreniriz, bunun tutku dolu bir yanı yoktur, Tom cennetteki, Düşüş’ten önceki Adem gibidir; Aziz Agustus’a göre o ve Havva seks yapmıştır, ama bu basit araçsal bir görev olarak, tarlaya tohum ekmek gibi bir şey olarak yapılmıştır. Bu yüzden Ripley’i bir okuma şekli de, onun meleksi olduğunu, yasayı ve ihlalini, yani Aziz Pavlus tarafından betimlenen yasaya boyun eğişimizle yaratılmış olan o kısır süperego suç çevrimini önceleyen bir evrende yaşadığını öne sürmektir. Ripley’in cinayetlerinden sonra suç ya da pişmanlık hissetmemesinin nedeni budur: Simgesel yasayla tümüyle bütünleşmemiştir.” s.56-57