Bu makale ilk olarak “L’ecran Frabcalse“da 30 Mart 1948 tarihinde “Du Stylo a la caméra et de la caméra au stylo” başlığıyla yayımlanmıştır. Makalenin çevirisi Nagihan Özer‘e aittir. Makalenin sitede yayımlanan bu kısa özeti, Ali Karadoğan‘ın derlediği ve De Ki Yayınları‘ndan çıkan “Sanat Sineması Üzerine” isimli kitaptan alınmıştır. (S.21-26)
İnsan şu sıralarda kendisini sinemada bir şeylerin olduğunu fark etmekten alamıyor. Hassasiyetlerimiz, yıllardır bezgin ve geleneksek yüzlerini dünyaya gösteren sıradan filmlerle kör olma tehlikesi içinde bulunuyor.
Bugünün sineması yeni bir çehreye bürünüyor. Peki bunu nasıl anladık? Cevap basit: yalnızca gözlerimizi kullanarak… İşte tam gözümüzün önünde gerçekleşen bu çarpıcı dönüşümü belki yalnızca bir film eleştirmeni fark etmeyebilir. Bu yeni güzellik hangi filmlerde görülebilir? Elbette eleştirmenler tarafından es geçilenlerde… Renoir’ın Oyunun Kuralı (Regle du Jeu, 1939) filmi, Welles’in filmleri ve Bresson’un Boulogne Ormanı Kadınları (Les Dames du Bois de Boulogne, 1945) filmi gibi sinema için yeni bir geleceğin temellerini atan filmlerin, her nasılsa eleştirmenlerin dikkatlerinden kaçmış olması yalnızca bir tesadüf değildir.
Fakat eleştirmenlerin övgüsünden mahrum kalmış filmlerin ben ve daha birçok arkadaşımın üzerinde uzlaşıya vardığımız filmler olması da önemli bir noktadır. Aslında bu filmleri geleceğin habercisi olarak görmekteyiz de diyebiliriz. İşte bu nedenle avangarddan söz ediyorum. Ne zaman yeni bir şey gerçekleşşe, orada mutlaka bir avangart vardır.
Asıl meseleye gelirsek; sinema tıpkı diğer sanatlar -özellikle resim ve roman- gibi, bir ifade aracına dönüşmektedir. Önceleri bir fuar alanı etkinliği, ardından da sokak tiyatrosuna benzer bir eğlence veya bir çağın imgelerini koruma aracı olan sinema, yavaş yavaş bir dil haline gelmektedir. Benim dil sözcüğüne bu bağlamda yüklediğim anlama göre dil, bir sanatçının ne kadar soyut olursa olsun düşüncelerini ifade ettiği veya tıpkı günümüz roman ve denemelerinde yapıldığı gibi takıntılarını aktardığı bir biçimdir. Bu sebeple ben bu yeni sinema çağını kamera-kalem diye nitelendirmek istiyorum. Aslında kamera-kalem metaforu oldukça doğru bir tanımdır. Bununla belirtmek istediğim; sinemanın yavaş yavaş görselliğin sultasından, görüntü için görüntü fikrinden ve anlatının birincil ve katı taleplerinden uzaklaşacağı; tıpkı yazı dili kadar esnek ve incelikli bir yazı aracı haline geleceğidir. Muazzam bir potansiyele sahip olmasına rağmen sinema sanatı sonsuza kadar aynı gerçekçiliği sürdürerek ve popüler romandan miras aldığı toplumsal fantazi tarlasını ekip biçerek devam edemez. Sinema her konu ve türü ele alabilmelidir. Hatta insanoğlunun üretim, psikoloji, metafizik, idealar ve tutkularına dair felsefi tefekkürlerinin çoğunun kaynağı da sinemanın sınırları içinde pekala yer bulmaktadır. Daha da ötesi, benim fikrimce, yaşama ilişkin çağdaş idea ve felsefelere yalnızca sinema tam anlamıyla hakkını verebilir. Combat gazetesine yazdığı bir makalesinde Maurice Nadeau, “Eğer Decartes bugün hayatta olsaydı roman yazardı” demiştir. Nadeau’ya saygısızlık etmek istemem ama, bugün bir Descartes yanına bir 16mm kamera ve biraz da film alarak kendisini yatak odasına kilitler ve düşün dünyasını filme alırdı. Descartes’ın Yöntem ÜZerine Konuşma eseri bugün sadece sinemanın tam anlamıyla hakkını vererek ifade edebileceği bir eser olurdu.
Günümüze kadar sinema bir gösteri olarak görülmenin ötesine geçememiştir. Bunun temel nedeni de tüm filmlerin bir tür salon ortamında gösteriliyor olmasıdır. Fakat 16mm ve televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte herkesin bir projektöre sahip olacağı, yerel kitapçıya giderek edebi eleştiri ve romanlardan matematik, tarih ve fen bilimlerine kadar çeşitli konularda ve biçimlerde yapılmış filmler kiralayacağı günler yakındır. İşte o zaman sinemadan söz etmek artık mümkün olmayacaktır. Edebiyatla benzer biçimde sinemanın da her türlü düşünce alanını ifade edebilen bir dil gibi özel bir sanat olmamasından dolayı, bugün çok çeşitli sinemalar olacaktır.
(…)
Filmler gün ışığına çıkacaklar, bu konuda şüphe yok. Sinemanın mali ve maddi sıkıntıları, henüz var olmayan bir şey üzerine insanların laf üretebildikleri tuhaf bir paradoks yaratmaktadır. Ne istediğimizi biliyor olmamıza rağmen, bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimizi veya nasıl ve ne zaman gerçekleştirebileceğimizi bilmiyoruz. Fakat sinema gelişmekten ve ilerlemekten başka bir yolda olamaz; çünkü sinema geçmişin omuzlarından bakarak ve çoktan bitmiş bir devrin nostaljik anılarını geveleyerek yaşayabilecek bir sanat değildir. Dolayısıyla sinema yüzünü geleceğe dönmüştür, zira gelecek -evrendeki diğer her şey için olduğu gibi- sinema için de gerçek önemse sahip tek kavramdır.
Alexandre Astruc