Federico Fellini/FELLİNİ FELLİNİ’Yİ ANLATIYOR
Afa Yayıncılık, 1989, Çevirmen: Cüneyt Akalın
“Nasıl bir çocuktunuz?” sorusu üzerine Fellini:
“(…)Bu fotoğraflara bakıyorum. Nasıl bir çocuk, bunlardan anlaşılabilir mi? İyi? Samimi? Mutlu? Sık sık “Anıların Sinemacısı” olarak tanımlanmış olmama rağmen, çeşitli vesilelerle daha önce söylemiş olduğum gibi; çocukluğumdan bana geriye çok az şey kaldı…” s. 25
“Oyunculuğu meslek olarak seçmiş genç birine ne gibi öğütler verirdiniz?” sorusu üzerine:
“(…)Oyuncularıma karşı her zaman duymuş olduğum hayranlığa, sempatiye, suç ortaklığı duygularına karşın bir filmimde bir kişiliği yorumlamak üzere birini seçeceğim zaman, kelimeye genellikle atfedilen anlamda oyuncunun yeteneği beni çekmez. O kadar ki, meslekten oyuncu olmayan birini seçmişsem, tecrübe eksikliği beni rahatsız etmez. Bana göre oyuncu ile çakışması gereken kişiliktir. Perdede görülür görülmez her şeyi kendiliğinden dile getiren yüzler ararım. Dahası onların karakterlerini vurgulamaya, onları makyajla ya da giysileri içinde daha çarpıcı hale getirmeye kadar götürürüm işi. Masklarda da durum değişmez; davranış biçimi, kader, psikoloji her şey açıktır. Kafamdaki kişilik için oyuncu seçimi önümde gördüğüm yüze, bu yüzün bana ilettiklerine ve aynı zamanda onda ne hissedebileceğime, ne tanıyabileceğime, ne çözeceğime imkan sağlamasına bağlıdır. (…)Herkes ancak kendine ait olan bir yüze sahiptir, bir başkasına sahip olamaz. Bütün yüzler her zaman doğrudur; hayat yanılmaz.” s. 68
“Sizi en çok heyecanlandıran şey nedir?” sorusuna cevaben:
“Masumiyet. Masum biri karşısında silahı hemen bırakır ve kendimi ağır yargılarım. Çocuklar, hayvanlar, bazı köpeklerin bize yönelttikleri bakışlar. Temiz yürekli kişilerin dileklerinde, yakalamayı ara sıra başardığım aşırı alçak gönüllük de beni rahatsız eder. Ve tabi güzellik bana heyecan verir, uzayı adeta bir başka ışıkla süsleyen, büyüleyici güzelliği olan kadınların bakışları… Ve ifade. Bir sayfada ya da bir tabloda bir duyguyu sonsuza kadar sürecek olan bir duyguyu tespit etmeyi başarmış bir yazar, bir ressam beni çok heyecanlandırır.” s. 95
“Sizi en çok utandıran şeyler nelerdir?” sorusuna cevaben:
“(…)Kimi zaman hiçbir şeyden emin olmayışımdan da biraz utanırım. Masum ve yalın bir biçimde kesin olarak inandığı şeyleri dile getiren biri karşısında kendimi hep biraz rahatsız, sıkıntıda, yalpalanmış, tutarsız hissederim. Bu, burada olan ya da olmayan biri, yoldan biri ya da meraklı ve kaygısız bir turist olabilir. Deli gibi öfkelenenlere, lanetler yağdıranlara, nefret edenlere ve körü körüne sevenlere, şaşkınlık ve hayranlık karışımı duygularla bakarım. ‘Sanatçı’ adı verilen psikolojik tipin sürekli olarak içindeki iki duygu arasında gidip geldiğini nerede okuduğumu hatırlayamayacağım. Bu duygulardan biri yücelmek, yarı yarıya kutsal bir mutluluktan gözleri kamaşmak; öteki ise depresyon, suçluluk, kınama, ceza duygusudur.” s. 96
“Bir filmin sözleşmesinin altına imzamı koyduktan sonra yaşam tempomu yoğunlaştırmayı, şeyleri daha şeffaf, varoluşu daha katlanılabilir hale getirmeyi bir kez bile aklıma getirmem. Önemli mi bu? Film çeviriyorum, çünkü başka bir şey yapmak gelmiyor elimden. En azından ben böyle düşünüyorum.” s. 118
“Filmlerim üzerinde çalışırken, bazı plakları ses fonu olarak kullanma alışkanlığım vardır. Müzik bir sahneyi koşullandırabilir, ona bir ritim katabilir, bir çözüm, kişisel bir tavır önerebilir. Yıllardan beri peşimden sürüklediğim havalar vardır. Titine, Gladyatörler Marşı gibi… Bunlar belli duygulara bağlı havalardır.” s. 125
“İnsanlar sinemaya çok daha az gidiyorlar, çünkü arabalarına atlıyorlar ya da bir safariye doğru yola çıkıyorlar. Günümüzde, herkes gezegenimize en benzemeyen ülkeye, hafta sonu tatiline gidiyor. ‘Bu güzel ülkelere’ ‘charter’larla bütün aile, hep birlikte gidebilme imkanı varken, bütün bunları sinemada keşfetmeye çalışmanın bir anlamı olabilir mi?” s. 125
“Sinema salonunda film hoşumuza gitmese de büyük perdesinin bizde yarattığı çekingenlik, bilet parası ödemiş olmak gibi bir ekonomik nedenle de birleşince, bizi sonuna kadar yerimizde oturmaya zorluyordu. Ama günümüzde kötü bir intikam duygusuyla, hiç niyetimiz olmadığı halde dikkatimizi toplamayı gerektiren bir şeyi az da olsa gördüğümüzde… Tak! Bir parmak darbesi ve bizi ilgilendirmeyen görüntüleri siliyoruz, kimi olursa olsun susturabiliyoruz, en büyük biziz. Şu Bergman ne kadar sıkıcı! Bunuel’in büyük bir yönetmen olduğunu kim söyledi! Terk edin burayı, ben futbolu ya da şovları izlemek istiyorum! İşte bu şekilde kesin olarak despot, zorba bir seyirci doğdu. Bu görüntü yönetmeninin kendisi olduğuna giderek daha fazla inanıyor. Sinema bu tür bir seyircinin hoşuna gitmeye çalışmayı hâlâ nasıl göze alabilir?” s. 136
Secchiaroli Tazio/ FEDERİCO FELLİNİ
“Sinemasında diyalogların o kadar da önemli olmadığını, ‘son’ların aslında bulunmadığını söyleyen Fellini için asıl önemli olan öykü anlatmaktır. Gerisi öyküyü dinleyenlere kalmıştır; nasılsa herkes için farklı bir son söz konusudur ve filmler de bu gerçeğe göre yaratılmalıdır. Fellini bunu sinemanın ışık, dekor, kostüm gibi öğelerini zengin biçimde kullanarak ve düşler dünyasını, bilinçaltını gün ışığına çıkartarak görsel bir şölen tadında gerçekleştirir.” s. 5
Andre Bazin/CHARLIE CHAPLIN
Afa Yayıncılık, 1989 Çevirmen: İlkay Kurdak
“Chaplin’in en iyi filmlerinin seyir zevki asla azalmaksızın, tekrar tekrar seyredilebilmesi de anlamlıdır. Bu hiç kuşkusuz, belli gaglardan kaynaklanan seyir zevkinin tükenmeyecek kadar yoğun olmasına, ama özellikle de onun güldürü türünün ve estetik değerinin sürprizlere dayalı olmamasına bağlıdır. Sürpriz, ilk seyirden sonra yerini çok daha incelmiş bir zevke bırakır. İşte bu; mükemmelliğin yeniden keşfidir!” s. 19
“İnce ancak çürütülemeyecek bir diyalektik, karşı konulmaz bir strateji. İlk raund: Hitler, Şarlo’nun bıyığını çalıyor. İkinci raund: Şarlo, bıyığını geri alıyor. Ama bu bıyık artık sadece Şarlo’ya özgü olmaktan çıkıp Hitler’e de özgü bir bıyık haline gelmiştir! Şarlo onu geri almakla Hitler’in bizzat yaşamı üstüne ipotek koymuştu ve bıyıkla birlikte onun varlığını da beraberinde sürükleyip istediği gibi kullanıyordu.
Onu Hinkel halinde somutlaştırdı. Hinkel, varlığı elinden alınmış ve özüne indirgenmiş Hitler’den başkası olabilir mi? Hinkel yaşamaz: Bir oyuncak, baktığımızda boyu, bıyığı, saçının rengiyle; nutukları, duygusallığı, acımasızlığı, öfkeleriyle ve çılgınlıklarıyla, kendisinde Hitler’i gördüğümüz bir kukladır sadece o. Varoluşun tüm kanıtlanmasından yoksun ve anlamsız bir yapı haline dönüşmüş bir Hitler! Hinkel Hitler’in ideal katarsisidir. Şarlo hasmını gülünç duruma düşürerek yok etmiyor. Bunu denediği ölçüde filmin başarısız olduğu kesin. Hasmını karşısına mükemmel, mutlak, gerekli, kendisine karşı hiçbir tarihi, psikolojik yükümlülük taşımadığımız yeni bir Diktatör çıkartarak yok ediyor. (…)Hinkel Hitler’in yok oluşudur. Varlığını elinde tutarken Şarlo, bunu sadece yok etmek için geri almıştır.” s. 34-35
“Chaplin sinema tarihinde 40 yıl kateden tek film yönetmenidir. İlk adımını attığı ve başarılı olduğu burlesk komedi türü, daha sesli sinemanın ortaya çıkmasından önce, belli bir gerileme içindeydi. (…)Chaplin, bilinmezlik içinde ilerleme, kendine göre bir sinema yaratma konusunda dur durak bilmemiştir. Sahne Işıkları’nın yanında bütün diğer filmlerinin, hatta en hayranlık duyduklarımızın bile alışılmış ve kurala uygun oldukları söylenebilir; bu filmler yaratıcılarını yansıtıyor da olsa özgünlükleri yine de kısmi kalmaktadır. Her şeye karşın bu özgünlük sinemanın bazı geleneklerine uymakta, karşı çıkarak da olsa, kendini mevcut kurallara göre tanımlamaktadır. Sahne Işıkları, başka hiçbir şeye, öncelikle ve de özellikle, Chaplin’in daha önce yaptığı hiçbir şeye benzemez.
64 yaşındaki bu adamın, sinemanın “avant-garde”ında kaldığını söylemek, az bile olacaktır. Bir hamlede herkesin önüne geçmiştir; sanat dalları içinde en az özgür olan sinema dalında, yaratıcı özgürlüğün modeli ve simgesi olmaya devam etmektedir.” s. 111-112
“Yapı ve senaryo bütünselliği farklı da olsa Diktatör ideolojik açıdan daha sağlam olmadığı halde yaratıcısının gücü hakkında bir fikir veriyordu. Burada da söz konusu olan bir hesaplaşmaydı: Hitler Şarlo’yu taklit etmeye cüret ettiği için film sonuç olarak bir bıyık sorunundan çıkan olağanüstü bir telif hakkı davasından başka bir şey değildi. Aynı şekilde Mösyö Verdaux da, toplumu tam tersine şaşırtmak için kendisinin zıttı olan bir kimliğe bürünen Şarlo’yla yine toplum arasındaki kişisel bir hesaplaşmaydı. Şarlo polislerin bacakları arasından sıyrılıp kaçarken, Verdaux onların omuzlarının üzerinden bakıyordu. Son olarak Sahne Işıkları da bu mitin çöküşünü ve sonunu simgeliyordu. Calvero, yüzündeki tebeşir ve kömürden maskeyi silip çıkartır: Ecce Homo!” s. 123
Vazgeçse güneş ışımaktan
Hiç takmam, hiç takmam.
Yıkılsa dağlar, dökülse denizlere
Benden değil, hiç elleme.
Kendi dünyamda sürerim hayatı
Ve taklit etmem yaptıklarını.
Devrilip 6, olsa bir gün 9
Ruhum duymaz, ruhum duymaz.
Hippiler kesseler saçlarını,
Farketmez, vazgeçmem.
Çünkü kendi dünyamda sürerim hayatı
Ve taklit etmem yaptıklarını.
Beyaz yakalı sağcılar sokaklarda kol gezer
Takma parmaklarıyla beni işaret ederler.
Tek dilekleri, benim gibilerin gebermesi,
Sallarım anormallik bayrağımı hep ileri… İLERİ!
Dağlar yıkılsa da benim üstüme çökmez
Devam etsin Bay İşadamı,
Benim gibi giyinemez.
Anlamaz kimse dediklerimi
Yeter bana kendi derdim
Ecelim geldiği zaman
Ölecek olan da benim
Bırakın da hayatımı istediğim gibi süreyim.
Evet…
Sen söyle kardeşim,
Sen çal kardeşim…
Çeviri: Melih Tu-men
Mehmet Eroğlu – Kusma Kulübü
Agora Kitaplığı, 2004
“Hayat mutlu olmak içinmiş! Benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret. Eğer hayat ölümümüze doğru akan, uzunluğu belirsiz bir ırmaksa, bana ait olana hiçbir kolun bağlanmadığını da söylemeliyim: Dar kanyonların arasına sıkışmış, coşkusuz ve yatağını derinleştiremeyen cılız bir akıntı benimki…
Dışarıda nakarat gibi bir yağmur, penceredeyse insanı itirafa zorlayan, buyurgan bir loşluk var. Cama gecenin kumaşından dokunmuş bir perde gibi asılmış bu belirsizliğin gerisinde, geçmişini yitirenlere özgü bir yalnızlığın koynunda ürperiyor ve telefona kurtuluşa uzanan, ırmağın üzerindeki yıkılmamış son köprüymüş gibi bakıyorum. (…)
Ölmüyorum, çünkü tembelim… Ölmek bile çaba gerektirmez mi? Belki de isteyip istemediğimi pek düşünmeden, yaşamak dediğimiz o anlamsız düşüşe alıştım ve edindiğim bu alışkanlıktan vazgeçemiyorum. Aslında komik! Çabucak tiryakisi olduğumuz Sisyphos gibi ite kaka bir tepeye çıkarmaya çalıştığımız ‘hayat’, benim için art arda sıralanan reddedilişlerden ibaret oysa… Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim: Ortak paydamız yazgımız değil, budalalığımız.” S.1-4
Hakan Günday – Piç
Doğan Kitap, 2009
“Piçlerin hayat tarafından ezilip çamur haline getirilmesi, sıradan insanların püreleşmesiyle karşılaştırıldığında, daha uzun sürer. Ancak sonuç değişmez. Yaşamayı bırakmış her insan gibi piçler de diğer insanların ayakları altında er ya da geç çiğnenirler. Çünkü hayat tek taraflı sözleşme iptallerinin cezasını tereddütsüz verir. Ceza, yaşıyormuş taklidi yapmaya mahkum olmaktır. Bir insanın tanıyabileceği en şiddetli acının kaynağıdır. Müebbet hayat mahkumiyeti. Tek kaçışı ölüm olan bir hapishane. Piçler kaçmaktan korkanlardır. Ne evlerinden, ne de mahkum edildikleri hayatlardan kaçabilirler. Zamanın gardiyan olduğu hapishanede diğerlerinden hızlı davranıp kendilerine tecavüz eder ve çürürler. Çürüğe çıkmış insanlar olarak, piçler sadece korkar ve konuşurlar. Dünya üzerinde sağır, dilsiz, kör, sakat piç yoktur. Çünkü piç olmak için sağlıklı gözlere sahip olup görmemek, sağlıklı kulaklara sahip olup duymamak, sağlıklı bir bedene sahip olup yaşamamak gerekir. Sadece mükemmel insan adayları piçe dönüşebilir. Çünkü çok mutsuz sonların birinci şartı çok mutlu başlangıçlardır.” S.175-176
Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
YKY, 2010
“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. iş yerlerinizle. Özel ya da resmi kurumlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, diriltiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.” S.57-58
Ece Temelkuran – Yalnızlık Mavisi
“Bazen evde olur bu mavi. Sabaha kadar oturursun. Saat sana aittir nasılsa, kimse yoktur. Niyeyse oturmuşsundur sabaha karşı, evin ışıkları açıktır. “Artık yatsam mı?” dersin, sıkıla sıkıla. Kalkarsın, evin ışıklarını söndürürsün ve… Evin içi kararınca, işte o anda camların dışı aydınlanır. Ne sabahtır o an ne de artık gece seni saklamaktadır. Camı açarsın, bir yalnızlık fotoğrafı olursun. Kederli gibi olursun, neşeli gibi ve sanki her şeyi anlar ve her şeyi içine sindirirsin. Sokağa bakarsın, tepende uçan sabah kuşlarına. Hayret edersin. Bu maviyi ne zaman görsen sanki ilk kez görüyor gibi hayret edersin… Sabah bu kadar mı güzel olur, her seferinde kendine bunu dersin. Biri varsa hayatında işte o maviyi niyeyse pek görmezsin. Yalnız insanlarındır o mavi, rahat bırak! Sen git yat ısıtılmış yatağa, sevdiğin ayaklarını ısıtsın. Bırak bari bu sabah mavisi yalnızlara kalsın.”