Hiç Ahmet Ümit kitabı okumadım. Ama doğrusu okumak isterdim. Çünkü ülkemiz sınırları içinde çok fazla polisiye roman çıkmadığını, çıkanların da bir polisiye romanda bulunması gereken sürükleyicilik yönünden sıkıntılar yaşadığını bazı güvenilir kaynaklardan okuduğumu hatırlıyorum. Ahmet Ümit, bu sürükleyiciliği edebi bir anlatımla çok iyi buluşturmuş bir yazar olarak lanse ediliyor. Tabi bu açıdan onun romanlarının sinemaya uyarlanıyor olması, yine ülkemiz sinemasında pek rağbet edilmeyen polisiye türüne yeni bir soluk getirir diye umuyoruz. Sinemamızın ne kadar soluk fakiri olduğunu düşününce bu tip roman uyarlamalarının değeri bir kat daha artıyor. Bir Ahmet Ümit kitabı olan Sis ve Gece bu pozitif beklenti içinde izlemeye başladığım bir film oldu. Genel olarak bazı ufak tefek kusurlarına rağmen olgun, seviyeli ve bir polisiyenin olmazsa olmazı gizem öğelerini yerli yerine koymayı başarmış çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Son dönem Türk sinemasında alıp başını gitmekte olan ucuzluğun arasından doğal biçimde sivriliyor gözükmesinden değil. Gerçekten kendi ayakları üzerinde durabildiğinden ve ne gişeye, ne ülke semalarında seyreyleyen sanatçı sinema kasıntılarına yaranmaya çalışmamasından ötürü…
Evli ve iki çocuk babası gizli servis elemanı Sedat’ın komşusu olan resim bölümü öğrencisi genç Mine ile yaşadığı yasak ilişki, Mine’nin esrarengiz biçimde kaybolmasıyla sırlarla dolu bir polisiyeye yelken açıyor. Çalıştığı gizli serviste kendisine akıl hocalığı yapan Yıldırım’ın öldürülmesinden sonra o Yıldırım, Sedat’ın rüyalarına girerek yine kendine özgü tavsiyelerde bulunuyor. İşi, evi ve sevgilisi arasında sıkışan Sedat ise oyunu Mine’den ve onun bulunmasından yana kullanmayı seçince karmaşık bir ilişkiler yumağı da onu bekliyor. Kendi içinde sloganlaşmayan siyasi değiniler veya imalar, sade ama doğru kareler, kuru kalabalık etmeyen zengin bir kadro, doğru müziğin yanlış kullanımı ve güzel ekstraları olan bir film. Bu haliyle orta karar bir yabancı polisiye macera olabilecek iken, sağlamca bir yerli film olması da artık bizim sinemamızın ayıbı bir yerde. Tüm bu yerli-yabancı önyargılarından bağımsız biçimde izlenmesi gereken bir yapım olarak Sis ve Gece, son karesine kadar sırrını başarıyla gizlemiş ve o son sahneye gelene kadarki geniş gövdesini polisiye-dramdan başka kollara savurmadan, hikayesine çoğunlukla sadık şekilde ağır ağır yürüyen bir film olmuş. Kitapla filmi karşılaştırmak durumunda değilim. Fakat kaba bir tahminle filmin yoğunlaşma eğiliminde olduğu Sedat’ın kendi iç çekişmlerini, tutku ve sorumluluk arasında kalmış ruh halini sıkıcı olmadan, lastik gibi sündürmeden yansıttığını tahmin ediyorum. Çünkü film Sedat’ın, kaybolan Mine’ye olan tutkusunu, polis doğasının getirdiği gerçeğe ulaşma içgüdüsüyle iç içe geçirme yönünde pek sorun yaşamıyor. Belki uyarlamanın getirdiği birtakım ekleme, çıkarma, formata uydurma operasyonlarından geçmiştir. Yine de kendi adıma yerli yapımlarda neredeyse hiç rastlamadığım ölçüde (son 10-20 yılda izlediğimiz yerli polisiye dramların azlığını da hesaba katarak) batı anlayışına yakın bir olay örgüsünün ele ayağa dolaştırmadan düzgünce sunulmasına tanık olduğumu söyleyebilirim. Tabi batı formatında olmasını bir marifetmiş gibi söylemiyorum. Ama gerek sinemada, gerek televizyonda o kadar çok töre, gelenek, görenek, teyze, amca, yenge filmi/dizisi olunca Sis ve Gece gibilerini batılı bulma ve bu sebeple ona sarılma bence gayet makul bir davranış. Son zamanlarda “böyle gelişecekse hiç gelişmesin daha iyi” dedirten yerli sinemayı geliştirecek olan şeyin lokal gişe olduğunu sanacak kadar sığ bir anlayışa sırtını vermeyi reddettiği ve klişe de olsa batı etkileşimli bir polisiyeyi kendi yerelliğine sırıtmadan kanalize edebildiği için önemli yerli yapımlardan biri Sis ve Gece…
Ortalama bir polisiyenin içinden geçen kimi dramatik, kimi komik karakter dizisi haliyle beraberinde geniş bir hareket alanı, zengin bir anlatım biçimi de getiriyor. Ya da getirmesi gerekir. Bizim batı polisiye geleneğinden alıştığımız biraz da budur. Ana karakterin etrafını kuşatan bu çeşitlilik kendi içinde bir bütünü meydana getirecek parçalardan oluştuğu gibi, kendi başına ana hikayeden bağımsız bir hattan da konuşabilir. Sedat’a suikast girişiminde bulunan, İlyas Salman’ın canlandırdığı Cuma buna bir örnek. Sis ve Gece ile ilgili yapılan hemen her yorumda İlyas Salman’ın sorgu sahnesinden söz ediliyor. Hatta SİYAD ödüllerinde sırf bu sahneyle haklı olarak En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü bile aldı. Benim anlamadığım, kimi yorumlarda bu sahnenin filmin genel duruşu ile hiç alakası olmaması, eğreti, zorlama, yama bir sahne olduğu eleştirileriydi. Bir kere sahiden olağanüstü bir sahne. Hatta diyebilirim ki, Haluk Bilginer’in Masumiyet’teki eşsiz tiradından sonra bir son dönem Türk filminde izlediğim en iyi monolog diyebilirim. İlyas Salman’a odaklanan kamera, onun hapse girme nedenini anlattığı trajik hikayesini izleyenin kafasında canlandırmaya o kadar muktedir ki, adeta film içinde bir başka film çekiliyor. Üstelik oyuncu koyu bir ezber yerine mimikleri, vurguları, esleriyle doğaçlamanın da ötesi sakin bir doğallık içinde o hikayeye oturduğu yerden elleri bağlı olarak tüyler ürperten bir gerçeklik yüklüyor. Filmin ana konusu ile Cuma’nın hapse düşme öyküsü arasında hiçbir yakınlık olmadığı doğrudur. Zaten Cuma’nın Sedat’a suikast etmesi için Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı Fahri’ye yardım eden sıradan bir karakter olması, onu dolaylı da olsa ana yapıya bağlayan bir karakter yapıyor. Fakat Cuma’yı bu kadar öne çıkaran çok güçlü bir sahnesi olmasını hazmedemeyenler, hele de bu sahneyi fazlalık olarak görenler için söyleyecek söz bulamıyorum. Bugüne dek yerli-yabancı pek çok filmde fazla, gereksiz bulduğumuz sahne olmuştur. Mesela en son Quentin Tarantino’nun Death Proof senaryosunda dakikalarca film ile alakalı gözüken, lakin estetikten yoksun boş beleş diyaloglar o kadar göze batmaz, hatta bazı bazı el üstünde tutulurken, İlyas Salman’ın Sis ve Gece gibi batıya yakın polisiye örgüsüne yerel bir çeşni katan harika yorumuna “film ile bağlantısı yok” diye burun kıvırmak çok saçma. SİYAD’ın bu performansı ödüllendirmesi de ayrıca sevindirici. Tabi diğer ödül dağılımları için kopan fırtınalara hiç yakalanmadan bu paragrafı kazasız belasız sonlandıralım.
Genel olarak kaliteli bir kadroya sahip Sis ve Gece’de yine küçük fakat yerini bilen rollerde Mehmet Güleryüz, Yetkin Dikinciler, Tardu Flordun, Tülay Günal, Oktay Kaynarca, Itır Esen, Ümit Çırak da bulunmakta. TV’den aşina olunan yüzler, bir nebze kendilerini bulmuşlar. Mine rolüyle pek fazla görünmese de Selma Ergeç, soğuk ve gizemli bir polisiye roman kadını olarak kafi sayılır. Başrol Uğur Polat ise karizmasını oyunculuğu ile yan yana sunabileceği en müsait rollerden birini üstlenmekte. Sedat’ın bize gösterilen özellikleri yanında gösterilmeyenlerini de omuzlamış bir tecrübenin sunabileceklerini fiziki olgunluğuyla bütünlüyor. Eşi, çocukları, sevgilisi, iş arkadaşları, düşmanları, amirleri, akıl hocası, komşusu tarafından ortaya atılarak el ele tutuşup bir daire içine hapsedilmiş bir adam ne yapıyorsa onu yapıyor. Üstelik bunu neredeyse suratının yarısını kaplayan badana fırçası misali bıyıklarının arkasında yapıyor. Karaktere fazladan bir Osmanlı ağırlığı yükleyen o bıyıklar, çıplak kalındığında karikatürize bir hal de alabiliyor.
Sonuç olarak Sis ve Gece gelecek için ümit veren bir yapım. Ballandıra ballandıra anlattığımız İlyas Salman sahnesi yanında, Sedat ve Mine’nin gelgitli ilişkisini bize yansıtan yetersiz sayılabilecek flashback destekli bölümler (onların birinde Mine’nin dansettiği sahnede çalan şarkı Cassandra Wilson’a aitmiş), Sedat’a düzenlenen suikast sahnesindeki estetik yönetim, filmin geneline hakim ışık-renk uyumu ve bizi adım adım sürpriz (belki de değil) finale götüren başarılı kurgu, filmin teknik anlamda da özenli bir izleği olduğunu kanıtlıyor. Romanı senaryolaştıran ve filmi yöneten Turgut Yasalar her ne kadar bunu duymasa da kendisini tebrik ediyorum. Tekrar etmekte fayda var: Bana göre Sis ve Gece çirkinleşmeyi gelişim sayma eğilimindeki ve parasal açıdan rahatlama sürecindeki yerli film kalabalığı içinde kötünün iyisi bir film değil. Kendi kendine iyi bir film…
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com