Antonioni, Truffaut, Fellini, Bergman Sinemasını Anlatıyor
Charles Thomas Samuels – Düzlem Yayınları
Charles Thomas Samuels Antonioni’yle röportajında ona Truffaut’u soruyor…
“Onun filmlerinin; seyri hoş, içine girip yıkanılabilir, sıradışı bir canlılığı olan ve zevk veren ırmaklara benzediğini düşünüyorum. Sonra, su akıp gidiyor. Geriye pek az bir zevk duygusu kalıyor, çünkü pek çabuk kirlilik kaplıyor ve yeniden yıkanma gereksinimi duyuyorum.”
S.32
Aynı röportajda Antonioni Carne’nin yanında çıraklık yaptığı dönemi ve Andy Warhol filmlerine hayranlığını da anlatıyor…
“(Marcel Carne) Onunla genel olarak mizaçtan gelen bir uyuşmazlığım vardı ayrıca geçmişimiz de ayrıydı. Onun şiirsel dünyası beni hiç ilgilendirmedi. Belki, bana, özellikle iyi olduğu çerçeveleme yöntemi ile ilgili bir şeyler öğretmiştir. Ancak, zaman, onun filmlerinin aleyhine çalıştı.”
“(Andy Warhol) Onun filmlerini sevdiğimi söyleyemem. Birazını evet, ama diğerlerini hayır. Onun özgürlüğünü seviyorum. Ne yapmak isterse onu yapıyor ve temelde genellikle çok ciddiye alınan sinemaya küçümseyerek bakıyor. Ama, kendi filmlerine de küçümseyerek baktığını söylemek istemiyorum. Artık film değil, daha çok sinema yapıyor. Bu bakımdan, filmlerini sevmek zorundadır. Hoşlandığım, onun araçlarıdır: Karakterleri ne istiyorlarsa onu söylüyor, onu yapıyorlar; bunun için, çağdaş filmler içinde bütünüyle özgündürler.
S.41
Bir Michelangelo Antonioni Kitabı
Artun Yeres – Es Yayınları
Antonioni aşkı anlatıyor…
“Aşk dediğimiz, öylesine anlaşılmaz, öylesine çarpık bir duygudur ki, aşkı bir hastalık gibi incelemek gerekir. Çağımızda her şey gibi insanların duyguları da değişmiştir. Bilim kollarında olduğu gibi birtakım yeni kurallar bulmak gerekmektedir. Oysa biz insanlar ürkek kişileriz. Somut şeyleri inceleriz de, duygu ve ahlak yönünden derinlere inmeye korkarız. Erkekle kadının oluşturduğu çiftin anlaşamaması, uyum sağlayamaması bakışıma gelince: Aşk hiçbir zaman sürekli değildir. Erkekle kadını başta birbirine bağlayan bu duygu, zaman geçtikçe tükenmeye, ölmeye mahkumdur. Alışkanlık haline geldikten sonra iki kişiyi birbirine bağlayan, acıma, saygı ve diğer duygulardır. Elbette ki erkekle kadın aşkın tükenip öldüğünü anladıkları an, büyük bir düş kırıklığına uğrarlar. Ortak yaşamları bu nedenle sarsıntı geçirir. Oysa ölüm gibi, aşkın sonunun gelmesini de doğal kabul etmek gerektir. Tersini öne sürmek yersiz olur. Filmlerimde görülen çiftlerin yıkımı, kimi ilkelerin, insanların bağlanmaması gereken toplumlarda kuralların tükenmesi demektir. Toplumda değer ölçüleri sonsuz değildir. Sürekli değişir. Erkeklerin zayıflığına gelince; ülkemde çoğunlukla görülen bir durumdur. Kadının hayattan çok şey istemesini ise hayatta, organik açıdan tam olarak tatmin edilememesinin olanaksızlığına bağlamak gerekir. Beni ilgilendiren, kadının psikolojisinin süzgecinden geçen insancıl olaylar, duygulardır.”
S.29
Sinema Dersleri
SERGEI EISENSTEIN, Agora Kitaplığı
Sergei Mihailoviç Eisenstein’ın “Sahneye Koyma Çözümlemeleri”ni anlattığı derste, Balzac’ın Goriot Babası’ndan bir bölümün –pansiyonda, bir masada oturan kişilerin nasıl yerleştirileceği- sahneye konulması tartışılmaktadır. Öğrencilerinden biri pansiyondaki kişileri -ortak yoksulluk ve ortak hiçlik karşısında hepsinin eşit olduğundan yola çıkarak- yuvarlak bir masaya yerleştirip onları aynı düzeye getireceğini, onları birbirine yaklaştıracağını ve onları kaynaştıracağını söyler. Bunun üzerine;
Eisenstein, yuvarlak masa çevresine belirli bir mantık içinde kişileri yerleştirmenin daha zor olduğunu anlatır, uzun bir masa oturtulacak yere göre bir kişiyi öne çıkartmaya, onun toplumdaki yerini belirtmeye daha uygun düşmektedir. Oyuncular arasındaki mesafe pansiyondakilerin kendi aralarında kimin benimsendiğini ve kimin dışlandığını göstermek için de kullanılabilir. Bu yerleştirme insanlar arasındaki ilişkileri öne çıkarmaya da yarar: Örneğin eğer bir köşeyi oturtulmamış iki üç iskemleyle boş bırakıp oraya Goriot Baba’yı yerleştirirsek, bu, seyircilere birçok şey söyleyebilir.
S.15
Öğrencisi Vladimir Nijni, Sergei Mihailoviç Eisenstein’ın “Sahneye Koyma” Teknikleri hakkında verdiği dersleri anlatıyor:
“Sinema yönetmeninin sanatını, metin yazarının başlattığı çalışmanın doğrudan sürdürülmesi olarak ele alan Eisenstein, öykünün temelinde bulunan düşüncenin –düzenlenmesi de içinde olmak üzere- bütün özelliklerinin açık seçik bir şekilde yansıtılması için gerekli olan sahne çözümleri bulma becerisine özel bir önem verirdi.
Bu gereklilik, öğrenimin bütün safhalarını birleştiren bir iplik gibiydi.
Şunu da akılda tutmadan edemeyiz: Eisenstein sık sık oyuncular, dekorcular, müzikçiler, sanat eleştirmenleri ve psikologlar çağırır, onların derslere katılımını sağlardı. Kendi deyimiyle ‘iki sesli ders yapmayı’ severdi. Bu açıdan Eisenstein ile Nokolai Mihailoviç Tarabukin (ressam, 1899-1956)’in resimde yerleştirmenin irdelenmesi üzerine yaptıkları dersler olağanüstü ilginçti.” S. 19-20
Sinema – Aralık 2000
Uygar Şirin
Dancer in the Dark üzerine Uygar Şirin’den kısa ama etkileyici bir özet…
Lars von Trier, müzikal türünün geleneksel yapısını, belki de tarihinde ilk kez düşünsel bir temelde oturtuyor. Hikayenin, türün basit bir malzemesi olduğu yapıyı tersine çeviriyor; türü, hikayesinin bir aracı haline getiriyor. (…) Öte yandan Trier’in müzikalinde korkunç şeyler de oluyor. Böylece Trier, filminin gerçekten ‘müzikal’ olup olmadığını da tartışmaya açık hale getirmek istiyor gibi. (…) Yönetmenlik için söylenebilecek tek şey, mükemmel olduğu… ‘Karanlıkta Dans’ın her anı gibi sonu da kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcı. Trier, başından beri söylediği tüm sözleri özetleyip bir sonuca bağlarken, aynı zamanda bu sözlere yeni anlamlar kazandıran ve seyircinin zihninde ve kalbinde filmin ardından devam edecek yeni tartışmalara kapı açan, etkileyici bir finalle filmine noktayı koyuyor. Hiçbir görüntünün olmadığı, simsiyah ekranın üzerinde müziği işittiğimiz bir sahneyle başlamıştı filmine Trier ve böylelikle, gözleri görmeyen Selma’nın ağzından ‘Görülecek ne kaldı?’ sorusunu duyduk bir ara… Trier sonuçta bu sorunun yanıtı veriyor: Görülecek çok şey var. Daha önemlisi ‘görmek için gözlere ihtiyacımız yok’. Hayata ‘kulak verin’. Hayatı hissedin.
S.15
Klasik Sahne
Sürekli aşk filmleri çeken namı diğer “aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni”nin son filminin galasından sonra başrol oyuncusu Jeyan’la arasında geçen bir konuşma sekansı… Hakkındaki kalıplaşmış yargıyı kırarak, arkasında hatırlanacak bir şey bırakma çabasındaki Haşmet, başrol oyuncusuna derdini anlatır ve bir yönetmenin trajedisi seyircinin de trajedisi halini alır. Yavuz Turgul’un “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filminden, bir Turgul ve Şener Şen güzellemesi, sinemaya ve yönetmenliğe iç burkan ve içten bir bakış…
Jeyan: Niye aşk filmlerinin yönetmeni olarak kalmadın sanki?
Haşmet: Saçlarım beyazlaşıyordu… Beyazlaştıktan sonra içimi bir korku aldı: Ölüm korkusu… Düşünebiliyor musun, yüzden fazla film çektim ben, ama kimse ne aradı ne de sordu. Tek bir satır yazan olmadı. Adam yerine koymadılar beni. Yok farz ettiler. Onlar için böyle bir adam yaşamadı, yaşamıyor. Bir kere bile ödül vermediler. Kiraz Festivali ödülüne bile razıydım. İstedim ki; ben öldükten sonra bile… aa o mu, filanca filmin yönetmeniydi desinler. (Son filminin galasını kastederek) Ama yine gelmediler. Gelenler güldü, dalga geçti.
Jeyan: Sen aşk filmlerinin yönetmenini aşmak için elinden geleni yaptın. Hiç olmazsa değişmeye çalıştın. Zaten herkes bir şeyleri aşmaya çalışıyor. Ama işte… Kimi kıvırıyor…
Haşmet: Kimi kıvıramıyor…
Jeyan: Kimi kıvıramıyor. Önemli olan bunu anlamak.
Haşmet: Ama kıvıramayan başkalarının yaptıkları göklere çıkarılıyor, alkışlanıyor, el veriliyor. O el bana niye uzanmadı?
Jeyan: Sen dışarıdasın…
Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu
Herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
Herkes biliyor, savaşın bittiğini
Herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
Herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu
Fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
Hep böyle gider
Herkes biliyor
Herkes biliyor, geminin su aldığını
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
Herkeste bu buruk duygular
Sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi
Herkes ceplerine konuşur
Herkes bir kutu çikolata
Ve uzun bir gül ister
Herkes biliyor
(…)
Ve herkes biliyor, salgının yaklaştığını
Herkes biliyor, hızlı hareket ettiğini
Herkes biliyor, çıplak adamın ve kadının
Sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları olduğunu
Herkes biliyor, sahnenin öldüğünü
Ama yatağında bir sayaç olacak
Açığa vuran
Herkesin bildiği şeyi
Herkes biliyor, başının belada olduğunu
Herkes biliyor, neler yaşadığını
Calvary’nin tepesindeki kanlı çarmıhtan
Malibu sahillerine kadar
Herkes biliyor, parçalara ayrıldığını..
Bu kutsal kalbe son bir kez bak!
Patlamadan önce
Ve herkes biliyor