Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’deki hayalperest gencini, Visconti’nin uyarlamasında, yönetmenin sinema dünyasına armağan ettiği en büyük oyuncu olan Marcello Mastroianni tüm derinliğiyle ekrana serer. St. Petersburg’da güneşin batmadığı dört geceyi konu alan “Beyaz Geceler”, Visconti’nin elinde yerini 50’ler Venedik’inin benzeri köprüler, ara sokaklar, köhne eğlence yerleri, serseriler, fakirler ile dolu karamsar, belirsiz ve gerçekçi bir atmosfere bırakır. Bu minvalde Dostoyevski’nin erken dönemde kaleme aldığı “romantik” sayılabilecek eserine Yeni Gerçekçi akımın çerçevesini geçirmiştir. Bir gece sokaklarda tek başına oradan oraya dolaşan mutlak yalnız ve utangaç Mario, bir köprüde nehire doğru ağlayan Natalia (Maria Schell) ile tanışıp âşık olur. Dört gün boyunca Natalia, bir yıl sonra döneceğini söyleyip kendisini terk eden sevgilisine duyduğu özlemi ve bekleyişi, Mario da genç kıza duyduğu aşk ve bir başınalık hâlini dorukta yaşar. Son gecede kar yağar, yürekler temizlenip silkelenir, götürüldükleri yere giderler.
Visconti’nin filmde Dostoyevski’nin öyküsüyle örtüştürmeyi başardığı en değerli nokta belki de “insan sevgisi”dir. “Le Notti Bianche”ta yeni bir insan tanımaya beslenen önlenemez içgüdü bulduğu farklı çatlaklardan süzülerek insan yüreğinden fışkırır. Eve bağlanmış bir genç kız yanıbaşında olmasına rağmen bir türlü yaklaşamadığı adamın hayatına bir yolunu bulup sızar. Yapayalnız bir adam ise hayatı boyunca, onu tek başına ölmekten kurtaracak kişiyi arar. Visconti bu arayışa dair fikrini filmin başında açtığı parantezleri, filmin sonunda farklı noktalarda kapatarak ortaya koyar. Sabri Gürses’in Beyaz Geceler çevirisinin önsözünde sorduğu soru kitabı olduğu kadar filmi de özetler: “Bir an için bile olsa kendi mutluluğumuzu bulmaya ya da en azından başkasının mutluluğuna tanık olmaya çabalamakla geçmiyor mu ömrümüz?”
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com