Avrupa sinemasının önemli kollarından biri olan İskandinav sineması geride bıraktığımız yıl daha bir durgundu sanki. John Ajvide Lindqvist’in kendi romanından senaryolaştırdığı, Tomas Alfredson’un yönettiği İsveç yapımı Let The Right One In, Chicago, Tribeca, Sitges, Washington DC, Woodstock, Edinburgh, Satellite gibi irili ufaklı festivallerden almış olduğu ödül ve övgülerle bu durgunluğun arasından bir anda sivrildi. Fragmanından afişine, gösterildiği korku / gerilim temalı festivallere kadar birçok sebepten ötürü bildik çaplarda bir korku filmi olarak algılanan Let The Right One In, bu imajın vermiş olduğu vaatlerin veya korku filmi hayranlarının saf beklentilerinin tamamını gerçekleştirme durumunda olmayan, esasen etrafını çevreleyen gerilimli bünyesinde masum olduğu kadar sıra dışı bir dostluk / aşk hikayesi üzerine kurulu bir yapım.
“Vampir Filmleri”, böyle bir türün oluşmasına öncülük etmiş, etkin rol oynamış birtakım yapımlar sonrası, zaman içinde çok fazla gereksiz taklit üretilmeye başlanmasıyla ciddiyetini ve itibarını yitirmeye başladı. Vampir alamet-i farikalarının bir süre sonra kendini tekrar etmesiyle beyaz perde cazibesini kaybetmeye başlaması, bu türün bünyesinde barındırdığı korku / gerilim / gizem kozlarını yeterince özgünleştirememesi sonucu farklı arayışlar baş gösterdi. Artık kanıksanmış bu alamet-i farikaların değişmez vampir kanunları oluşu, senaristleri zor durumda bırakıyor veya tembelleştiriyordu da denebilir. Bu bağlamda tür sınırları içinde felsefi, romantik, komik ve aksiyonel çeşitliliklere başvuruldu. Hatta türün birtakım tabuları devrilmeye başlandı. Dracula düsturları zaman içinde teknolojik yeniliklere, duygusal çıkmaza sürüklenmiş trajik aşk hikayelerine, ölüm-ölümsüzlük tabanlı felsefi açılımlara uydurulmaya çalışıldı. Bazı yönetmenlerce rahatlıkla stil denemeleri yapabilecekleri uygun bir ortam olarak görülürken, bazılarınca doğrudan alay konusu edildi. Kimi filmler için ise inanç sömürücüsü din adamlarına, kan emici politikacılara, otorite baskısına karşı fantastik hiciv zeminleri yarattı. Bir noktadan sonra sinema seyircisi vampir mitinin sadece korku-gerilim değil, herhangi bir tür hudutları dahilinde de kullanılabileceğine alışkın bir hale gelmeye başladı.
Let The Right One In, tıpkı ülkesi İsveç gibi soğuk, içine kapanık, mesafeli bir fantastik dram. Lakin bu kadar soğuk ve izleyen ile arasına mesafe koymuş bir filmin aynı zamanda bu kadar içten olabilmesi de şaşırtıcı. Tabi o içtenlik, filme ve fantastik bağlamda anlatmak istediği garip dostluğa inanmayı becerebilmiş seyircinin hissedebileceği veya tam anlamıyla hissedemese de en azından filmin bu dostluğu aktarma iyi niyetinin farkına varmasıyla mümkün olacaktır. İçerdiği şiddet, kan, çıplaklık, dil veya ergenlik çağındaki iki çocuğun resmedilişindeki cesur üslup öğeleriyle değil, tam da bu aktarma /aktaramama yönüyle zor bir film Let The Right One In… İsveç’in refahından ve sosyal huzurundan tam olarak faydalanamamış 12 yaşlarında iki çocuğun yakınlaşması farklı bir yalınlıkla ele alınmakta. Annesiyle yaşayan, anne babası boşanmış Oskar’ın okulda serseri yaşıtları tarafından rahatsız edilmesi ile tepkisizleşmesi, sakin bir sıkışıklığa hapsolması, bunun yanında geçmişi hakkında hiçbirşey bilmediğimiz Eli’nin ergenlik çağında gösteren, sık sık taze kanla beslenmek zorunda kalan bir vampir oluşunun getirdiği izole hayatı, farklı biçimlerde toplum dışı kalmış / kalmak istemiş iki bireyin birbirlerini anlamalarına ve yakınlaşmalarına uygun ortam hazırlıyor. Biri gerçek, diğeri fantastik iki sorunlu ergenin kendi yaşamlarını, bu farklılığa uygun bir karanlık ve kararlılıkla paralelleştiren film, Oskar ve Eli’nin ortak sahnelerinde etkili bir gerçeklik sağlıyor. O yaşlardaki iki çocuğa boyundan büyük laflar ettirmeyen, arkadaşlık-aşk muğlaklığını zinde tutarak o çağa ait ruh halini samimi bir biçimde ileten, yine o çağın masumiyetini içine kapanık bir üslupla betimleyen senaryo ise hiçbirşey için aceleci davranmıyor, zamana oynamıyor.
Aslında filmin hikaye bazında özüne inildiğinde dişe dokunur bir öykü düzlemi veya mesaj iletme kaygısı yok. Bu yüzden aksadığı, ağırlaştığı da oluyor. Mesafeli oluşu da bundan kaynaklanıyor. Fakat sözünü ettiğimiz içtenlik elde edildiği vakit filme dahil olma ve Eli’nin tekinsizliğiyle Oskar’ın saflığını tek vücut olarak benimseme kolaylaşabiliyor. Filmin kız-erkek, vampir-insan, cesur-korkak, suçlu-masum tezatlıklarından bir yakınlık elde etme formüllerinin basitliği de ancak bu şekilde anlaşılabiliyor. Böylelikle filmin yapımcılık ustalığı, sinematografik disiplini, Tomas Alfredson’un yönetim becerisi yan yana geldiğinde, neredeyse hiç rol yapamayan iki çocuğun donuk samimiyetleri, karlar altından çıkıp solan kardelenler veya kara bulutlar ardından süzülüp hemen kaybolan güneş ışıkları gibi azınlıkta kalmış bir sıcaklık barındırıyor. Doğası gereği pek çok ilginç sahne içeren film, aşırı derecede yüklenmekten imtina ettiği gerilimi tırmandırdığı anlarda bile biçimsel kalitesini ortaya koyduğu gibi, istismarcı yönetmenler tarafından rahatlıkla yersiz çıkışlar yapabilecek potansiyele sahip anlarını bile kendine özgü kılma becerisi gösteriyor. En başta Eli’nin kurbanları ile olan sahnelerinin sunuluşu buna örnek olarak gösterilebilir. Filmin sadece bu kan açlığından nemalanan kanlı bir vampir güzellemesine dönüşmesini engelleyen dramatik yanı, bu sahnelere de sirayet etmiş durumda. Kan konusunda da elini korkak alıştırmış sayılmaz. Sadece abatmamaktan yana makul bir tavrı var. Bir vampir filminde abartmamaktan ne kadar kaçınabilirsiniz? İşte meseleniz sırf bir vampir hikayesi anlatmak olmadığı zaman. Tıpkı Eli’nin tek derdinin masum insanları ısırıp karnını doyurmak olmaması gibi, tek derdi vampir miti olmayan bir film Let The Right One In.
Normal bir insan olma arzusu iliklerine işlemiş Eli’nin Oskar’da bulduğu yakınlığın sakinleştirici etkisi kadar, Oskar’ın okulda kendisini ezenlere karşı durma cesaretini kazanmasına (okul gezisindeki müthiş hesaplaşmayla) katkıda bulunan Eli’nin güçlü / gizemli varlığı, filmi çok iyi dengeliyor. İki karakterine ve temsil ettiklerine bakarak bunun yepyeni bir denge olduğunu söyleyemeyiz. Fakat bambaşka iki hayat yaşayan, farklı sorunlarını birbirlerinin kişiliklerinden süzerek hayatlarının en unutulmaz tecrübesini yaşayan iki çocuğun bağlılık süreci çok etkileyici. Bu yüzden Oskar’ın ürkütücü görüntüsüne rağmen Eli’den korkmaması, Eli’nin eline geçen türlü fırsatlara rağmen Oskar’ı ısırmamasının sebebi de “film icabı” görünmüyor. Abartmamaktan yana olan makul tavrını örselediği kapalı yüzme havuzunda geçen çizgi film gibi sahnede su altındaki Oskar’a kilitlenen kameranın, su üstüne bakmamıza izin vermeyişi, ama yüzeyde neler olduğuna dair neredeyse göstermediği her şeyi “göstermesi” gibi, Let The Right One In de fazla gizlisi saklısı olmayan bir gizem filmi aslında. Tüm gizemi Oskar ve Eli ilişkisi üzerine kurulu. Kaç adet mesajı var (ya da var mı!) bilemiyorum ama benim aldıklarımdan birisi de şu: Tüm farklılıklarına rağmen insanların tek ihtiyacı, birine ihtiyacı olduğunu anlamaları!
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com
sağlam bir vampir / dram filmi
bende 4-5 ay önce izlemiştim bu filmi. Şuan arkadaşlarıma tavsiye ediyorum gidin izleyin diye ve bu arada çok güzel ele almışsın filmi. tebrikler.