Çok beğendiğim Alman filmi Antikörper’in yönetmeni Christian Alvart bu yıl iki filmle birden Amerika’ya transfer oldu. Bunlardan biri olan Pandorum, klişelere başvurmayı çaresizlik olarak değil, hikâyesini ve onu işlemeyi destekleyecek ciddi kinetik unsurlar olarak gören başarılı bir bilim kurgu/gerilim örneği. Event Horizon, The Descent, Resident Evil, Alien ve daha birçok yapımdan, hatta bazı bilgisayar oyunlarından izler taşıyor olması, fakat bu izleri kendi distopik tasvirlerine hizmet eder nitelikte sabitlemesi filmi dağıtmıyor. Aksiyona dayalı gerilim kadar olmasa da, psikolojik gerilimden de beslenen karanlık yapı, kumanda odası ve geminin geri kalanı olarak ikiye bölündüğünde çift taraflı bir işlev kazanıyor.
Filmin belki de en başarılı olduğu noktalardan biri, nerede ve hangi zamanda durduğu belli olmayan uzay gemisinde kapalı kalmanın yarattığı klostrofobiyi iletebilme başarısı. Uyku kabinleri, ucundan sesler gelen uzun ve karanlık koridorlar, gizli bölmeler, dar geçitler, hızlı ve aç yaratıklardan saklanmak için seçilen yerler o sıkışmışlık duygusunu tetikleyebilmekte. Karanlığa sadık kalmak suretiyle (bazı aydınlık sekanslar haricinde) filmin geneline hâkim usta ışık ve renk işçiliği bu atmosferin oluşmasında çok etkili. Filmin geleceğe dair öne sürdüğü teorilerin de, nüfus artışının sonucu olarak insanoğlunun dünyayı yaşanması güç bir gezegen haline getirmesinin yeni yaşam alanları bulmaya yönelik fantezilerini besler nitelikte olduğu söylenebilir. Kimi zaman avantüre bulandığını hissettirse de, özellikle bilim kurgular vasıtasıyla verilmeye çalışılan “yaşadığımız dünyanın kıymetini bilme” mesajlarının klostrofobi, belirsizlik ve mutasyona uğramış şiddet kanallarıyla aktarımına en uygun zemini yine bilim kurgular sağlıyor. Fragmandaki “dünyanın sonundan değil, sonrasından korkun” mottosu, bu türün başkalarına göre ne kadar ileriyi görebileceğine ve sinemanın bu öngörüye ne kadar farklı boyutlarda eğilebileceğine işaret ediyor.
Pandorum’un bu öngörülere hangi boyutlarda eğilebildiği, belki de felsefî derinliğini törpüleyen birtakım unsurlar yüzünden tartışılabilir hâle geliyor. Oysa sonlara doğru tahmin edilmesi oldukça zor iki önemli sürprizi ve bambaşka bir devam filmine davetiye çıkaran görkemli finaliyle Pandorum, bu yılın kayıtlara geçmesi gereken yapımlarından birisi bana göre. Yapımcılar arasında Event Horizon’a yönetmen, Resident Evil serisine de yazar (aynı zamanda serinin ilk filmine de yönetmen) olarak adı karışmış Paul W.S. Anderson’ı görmek şaşırtıcı değil. Oyuncu kanadı da hafife alınmamalı. Dennis Quaid en azından Val Kilmer gibi ayağa düşen çağdaşlarından farklı olarak hâlâ belli bir çıtaya sahip filmler için tercih edilen aktörler arasında yer alan tecrübesini koruyor. En ağır yük ise yeni nesil oyuncular arasında en güçlü isimler arasında sayılabilecek Ben Foster’ın omuzlarında ve o da gücü sayesinde rolünün hakkını vermekte zorlanmıyor. Ümit veren iki oyuncu olarak Amerikalı Cam Gigandet ve Alman Antje Traue isimleri de filme önemli katkılar sağlıyorlar. Ayrıca bu filmde Christian Alvart, Antikörper’de şahane oyun çıkaran Alman aktörler Wotan Wilke Möhring ve André Hennicke’ye de diyalogsuz saniyelik birer sahne vermiş. Bilim kurgularda her karede mantık aramayı şiar edinmemiş ve adı geçen referanslardan memnun kalmış izleyici kitlesi için Pandorum, yepyeni olmasa da bir soluk sayılabilir. Beklediğimin aksine, bana göre endüstrinin Avrupa transferlerinde hüsranla sonuçlanan örneklerinden biri değil kesinlikle.
Osman Danacı
odanac@gmail.com