“Siz de dünyanın öte yanında yaşayan insanların hayatlarını merak ediyor musunuz?” sloganıyla Hollanda kökenli bir şirket yakın geçmişte “cityoneminutes” adlı bir proje başlattı. Aynı adlı internet sitesinde, herkesin kendi şehrinin bir saatini bir dakikada anlatan kısa filmler yapıp yollayabileceği bir platform kurdular. Seçilen filmler 24’e tamamlanarak şehirlerin bir gününün anlatısı olarak sitede yer alıyorlar. Seçkiye Türkiye’den şehirlerin katılması da yakındır. Her neyse, benzer bir uzak diyarlar arayışının yapımcılar da farkında ki yeni bir şehir filmi daha yapıldı 2008’de. Bu sayede adına kısa film kolajları yapılan başkentler kervanına İstanbul ve Paris’den Tokyo da katıldı. Zaten her sene turist rekorları kıran Paris’in şanını daha da yürüten “Paris, Seni Seviyorum”, yirmi farklı ülkeden yönetmenin değişik formlarıyla bir aşk arayışıydı. “Anlat İstanbul”da Ümit Ünal’dan çıkan toplumsal sorunlardan beslenen senaryoyu beş farklı yönetmen, parça parça bütüne bağlayarak işlemişti. İstanbul filmi melodram ağırlıklı, Paris’inki güzel paketlenmiş iken Tokyo!’da, sonundaki ünlemden mütevellit fantastik öğeler had safhada. Ünlemin Tokyo’yu medya yoluyla tanıdığım kadarıyla çağrışımı küçük ve çok ve araba, dev ekranlar, her renkten ışık hüzmeleri, akşam yağmurlarına her daim şemsiyeleriyle yakalanan insanlar ve tıkabasa metrolar idi. Bir de Babel filmiyle zihinlerde yer eden liseli kızlar ve renkli, dik saçlı oğlanlar. Ozu’nun Tokyo Story’sindekinden bambaşka bir yerde 56 yıl sonrasında doğunun başkenti Tokyo-to.
Sırasıyla Michel Gondry, Leos Carax ve Joon-ho Bong’un yaptığı üç 30 dakika civarındaki filmden oluşuyor Tokyo! Yönetmenlerin birbirinin ne çektiğinden habersiz olarak çalışmaları sonucu, ilk bakışta filmde bir ortak biçim ve içerik yok gibi. Fakat çağın büyük metropollerinin en büyük ortak sorunlarından yabancı kılınmışlık üç filmde de farklı yönlerden ana tema. Ve bu temanın işlenişi yönetmenlerin kendi tarzlarınca, beden çıkışlı fantastik öğelerin kullanımıyla anlatılıyor. Gerçeküstücü anlatım, filmlerin tamamında olmasa da, üçünün sonuna da yerleşiyor. Bu filmlere toparlayıcı niyetine bir dördüncü eklenecek olsaydı o filmi kesinlikle Cronenberg’den beklerdim. Yer yer bedenin ideolojilerin ve teknolojinin daim baskısı altında farklı şekillere büründüğü Cronenberg filmlerini andırıyor ‘Tokyo!’ parça parça. İnsan vücudunun iletişime girdiği doğallık -The Fly’daki sinek- ve yapaylıkla –Videodrome’daki TV- deformasyonu ve geçmişin vücuda kazıdığı izler –Eastern Promises’deki dövmeler- Cronenberg sinemasında beden politikalarının küçük örnekleri. Gondry’nin filminde sandalyeye dönüşen kız, Carax’da bir gözü olmayan garip görünüşlü adam, Bong’da bedenine düğmeler yerleşmiş pizzacı da bu yönde karakterler.
Açılış filmi Gondry’nin “Interior Design”ı. Tokyo ile ilgili bir film çekmesi istendiğinde, bu filmi New York’a gelen bir çiftin öyküsünün anlatıldığı çizgi romandan uyarlayacak nadir sinemacılardandır Gondry. İki sevgilinin arabaya atlayıp Tokyo’ya taşınmaları, ev bulana kadar da eski bir arkadaşlarının yanında kalışlarını, yeni taşındıkları şehirle mücadelelerini anlatıyor film. Sinema aşığı yönetmenin erkek karakteri de Be Kind Rewind (2008)’dekiler gibi yine bir filmci, aynı absürdlükte bir deneysel sinemacı, hatta koskocaman hayalleri var. Gondry’nin yarattığı insanlarda genelde hayalleriyle hesaplaşma durumu vardır zaten. Kadın ise, Tokyo’da hüsran üzerine hüsranla karşılaşan, ne istediği gibi bir iş ne de ev bulabilen bir yıkıntıya dönüşüyor, bedensel yıkımı da bu noktada başlıyor. Başkentin yerlisinden gelen “Ne kadar çok çalışırsan, o kadar küçük bir dairede yaşarsın” repliği “Tokyo sen mi büyüksün, ben mi?” hedefli çiftle birlikte, Türk sinemasının köy-kent mücadelesi filmlerine sürtünerek bize de dokunuyor.
Tokyo!’nun asıl merak konusu olan film elbette Leos Carax’ınkiydi. 9 yıldır film çekmeyen Fransız yönetmen, “Merde” –fr. bok- ile rahatsız edici bir dönüş yaptı. Dünyada sadece üç kişinin bildiği bir dili konuşan, kanalizasyonlarda yaşayan ve arada Tokyo sokaklarına çıkıp insanları rahatsız eden bir ucubenin hikâyesini anlatıyor Merde. Gittikçe şehir için daha büyük bir tehdit haline gelen adam teröre kadar vardırıyor işi. Sonunda adamla iletişime geçebilecek birkaç kişiden biri olan fransız bir avukat Japonya’ya geliyor. Üç filmden en politiği denebilir Carax’ınki için. Kapalı bir toplum olan Japonların terör korkularının tavan yapmasıyla sarıldıkları ırkçılığı ve insan haklarına aykırı hapishanelerini gözler önüne seriyor. Adamın kanalizasyonlarda yaşaması haliyse, sembolik olarak vahşice tüketilip atılanların bir şekilde insanlara geri dönüşü gibi… Merde, yepyeni bir beyaz örtüye dökülen dev leke ve lekenin imhasıyla ilgili bir film.
İnsanlara dehşet saçan canavar-Merde gibi bir öyküye 2006’de The Host filmiyle imza atan koreli yönetmen Bong, bu sefer yönünü romansa çeviriyor. Japonya’da “hikikomori” adı verilen, yaşamını evinden çıkmadan insanlarla iletişime geçmeden geçiren bir adamın, pizzacı bir kıza aşık olmasıyla eviyle bağlarını koparışı, filmin merkezinde. Tek kişilik bir öykü gibi açılsa da, zamanla “tek başınalık” mefhumunu derinleştiren, benzer yaşamları keşfe çıkan filmin adı “Shaking Tokyo”. Bu şekilde yaşayanların, toplumdan tamamen koptuklarında, sadece beslenme ve barınma gereksinimlerini karşılayacak insanlara dönüşümünün altı çiziliyor. Deprem ise bir “hikikomori” için en büyük tehdit. Aynı zamanda onları sokağa çıkarmanın tek yolu. Toplumun pasifizasyonunun son halkasındaki genelde orta sınıf üyelerinden oluşan bu –asla toplanmayan- topluluk, hiçbir üretim mekanizmasına girmeden, sadece tüketerek yaşıyor. Ailesinden düzenli gelen gelirle sürülen bir hikikomori yaşantısı, korkutucu görünse de modern yaşantıyla pek çok paralellik içeriyor.
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com