Bir aile üzerinden bir döneme bakmak…
İsveç’in 2008 yılındaki Oscar’a aday olan filmi Ölümsüz Anlar (Everlasting Moments); Larsson ailesinin inişli-çıkışlı hikayesi üzerinden bizlere 1900’lerin başından başlayarak 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine kadar uzanan bir dönemin panoramasını sunuyor. Yönetmen Jan Troell bir aile üzerinden bir dönemi aydınlatırken; teknik olarak da mükemmel bir yapıma imza atıyor ve anlattığı dönemi görsel olarak da akılda kalıcı bir şekilde betimlemeyi başarıyor. Özellikle yönetmenin ele aldığı dönemi anlatmak için sıklıkla kullandığı, eski fotoğrafları hatırlatan sepya rengi filmin dokusuyla muhteşem bir uyum sağlıyor. Hem dönemin değişken yapısını hem de Larsson ailesinin inişli-çıkışlı hikayesini siyah-beyazın arasında kalan bu renkle anlatmak, bir yandan da farklı uçlar arasında gidip gelen hikayeyi yönetmenin görsel olarak kodlamasına da olanak sağlıyor.
Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra tüm dünyada hızlı bir değişim yaşanmaya başladı. Sanayinin gücünün farkına varan yatırımcılar bu fırsatı bir zenginlik aracı olarak görüp kısa zamanda fabrikalar kurdu ve bu fabrikaların üretimlerini arttırmanın yollarını aradı. Üretimi arttırmak için fazladan mesai yapan işçiler, fabrika sahiplerini zengin ederken kendi emeklerine yabancılaşmaya başladı. Fazla mesainin yanında düşük ücretle ve herhangi bir sosyal hakkı ve sigortası olmadan çalışan işçiler fakirleşirken; sermaye sahipleri ucuz emek sayesinde zenginliklerine zenginlik kattılar. Sermaye ve emeğin çatışması, zengin ve fakir arasındaki ayrımın artması ve toplumdaki sınıfsal farklılıkların dikkat çekici boyutlara gelmesi, sosyalist düşüncelerin işçiler arasında kabul görmesini sağladı.
Düşük eğitimli, bol çocuklu, işçi sınıfına mensup fakir bir ailenin yaşantısı üzerinden, 1. Dünya Savaşı’na doğru giden yolda etkili olan bu toplumsal değişimleri ve kırılma anlarını filmin arka planında yansıtan yönetmen; bu sayede bir aileyle bir ulusun birbiriyle koşut olarak değişen hikayesini de anlatma fırsatı yakalıyor. Sosyalizm işçiler arasında yayılırken, yönetmen sosyalizme yoğunlaşmak yerine sosyalizmin etkilediği hayatları anlatarak; klişe ve didaktik bir yola sapmadan, duyarlı ve bütünlüklü bir bakış açısı yakalıyor. Toplumsal kırılma anlarının ailede yarattığı ağır tahribatlar üzerinden bu olayların insanlara etkilerini sorgulayan film; burjuva ve işçi sınıfı arasındaki farklılığı da yine bu sorgulama süreci sayesinde açık ediyor. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte kocasını savaşa yollayan ve çocuklarına bakmakta güçlük çeken annenin tacize uğrayacağını tahmin ettiği halde kızını bir soylunun evine göndermesi; aslında bir anlamda dönemin de profilini bizlere sunmaya yeterli oluyor. Fakir insanlar geçinmek için imkanları zorlarken, diğer taraftan da burjuva her fırsattan istifade etmenin peşine düşüyor. Yetişkin erkeklerin emekleri limanlarda ve taş ocaklarında sömürülürken, çocukların emekleri ve bedenleri de soyluların evlerinde sömürülüyor.
Yönetmen Troell, gerçekçi bir arka plan yaratarak dönemin atmosferini son derece canlı bir şekilde ekrana yansıtıyor. Ama dönemin bütün ağırlığına ve işçi sınıfı için zorluğuna karşın; bir fotoğraf makinesi sayesinde karakterlerine de umut aşılamaktan geri durmuyor. Son derece katı, güç ve karanlık bir döneme ışık tutan film; Larsson ailesinin atlattığı bütün badirelere rağmen ayakta kalışıyla da kapitalizme, sömürüye, savaşa, yoksulluğa ve çürümeye karşı güçlü bir mesaj veriyor. Bir fotoğraf makinesi bir kadının hayata bakışını ve bir kocanın eşine yaklaşımını değiştirirken; bir çocuğun dünyayı kavrayışını da şekillendiriyor. Sepya tercihi işte bu noktada, hem o eski sararmış fotoğrafların rengini vererek dönemin ölümsüz anlarına bir yolculuk imkanı tanıyor. Hem de bir ailenin ölümsüz anılarına sıcak ve hüzünlü bir bakış atmamızı sağlıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
Filmi almıştım, ama daha izleyemedim. Yazınızı okuduktan sonra merak uyandırdı bende, izleyeceğim filmler sırasında derhal öne alıyorum. teşekkürler