A Ay’dan Beş Vakit’e bir Reha Erdem panoraması…
90’lı yıllarda film çekmeye başlayan başarılı bir jenerasyonun içinde yer alan Reha Erdem, sanırım Derviş Zaim’le birlikte bu jenerasyonun en yaratıcı ve şahsına münhasır yönetmenlerinin de başında geliyor. Kuşağının diğer yönetmenlerinden farklı olarak gerçekçi filmler çekmek yerine, gerçekliği bozarak yeniden şekillendiren ve konvansiyonel sinemanın haricinde kendine yeni bir sinema dili geliştirmenin peşinde olan yönetmen, son filmi Hayat Var’da A Ay’dan beri süregelen farklı yönelimlerini de tek bir potada birleştiriyor. A Ay’da Yekta’nın her şeyin yarım olduğuna inandığı bir dünya üzerine kurulan tekinsiz ve karanlık atmosfer, Korkuyorum Anne’de ataerkil düzenin alegorisini sunan “becerikli kadınların ve sakat erkeklerin” dünyası ve Beş Vakit’in boşluklarla dolu, seslerin ve kadrajın dışarısında kalan unsurların filmi tamamladığı anlatı yapısı Hayat Var’da bir araya geliyor.
Sadece hikaye olarak değil, karakterin film içinde geçirdiği süreç açısından da Robert Bresson’un Mouchette filmini anımsatan Hayat Var; tıpkı Bresson’un yaptığı gibi seyircilere boş alanlar bırakarak hikayesini anlatıyor. Boğaz’ın kenarında bir gecekonduda yaşayan Hayat’ın gözünden anlatılan hikaye, yoksul bir ailenin yaşamından çok bizlere sevgi yoksunluğu içinde büyüyen bir genç kızın hayata tutunma çabasını, hayattan umduklarıyla buldukları arasındaki farklılıkları gösteriyor. Ayrı yaşayan anne-babasından beklediği sevgiyi ve ilgiyi bulamayan, hayatında bunun eksikliğini hisseden ve nihayetinde de bunu değiştirmek için eylemde bulunan Hayat, başına gelenlere rağmen umudu da elden bırakmıyor. Filmin hikayesinin ağırlığına ve atmosferinin gerginliğine karşın Hayat’ın umudu belki de filmin en belirgin özelliği oluyor. Ses bandında çalan Orhan Gencebay’ın Dert Bende Derman Sende ve Seveceksin şarkıları da bunu destekliyor. Hayatın acımasızlığı içinde tüm sevgi yoksunluğuna karşın, her zaman bir umudun ve çıkış yolunun da olduğu bu şarkılarla da açığa vurulmuş oluyor.
Reha Erdem
Reha Erdem’in filmlerinde diyaloglar ve görüntüler filmin anlatımı için ne kadar önemliyse müzik kullanımı da o derece önem taşır. Hayat Var’ın arka planında çalan arabesk parçalar bu anlamda hikayenin gergin atmosferinden sonra Hayat’la birlikte izleyicilerin de nefes almasına imkan tanıyor ve Hayat’ın soğuk ve şiddete meyilli görünüşünün altında gizlenen insani yanlarının da açıklayıcısı oluyor. Filmin müzikleri dışında, Erdem’in filmde kullandığı sesler de filmin atmosferini tamamlama konusunda çok fayda sağlıyor. Beş Vakit’te olduğu gibi Hayat Var’da da Erdem bir kez daha ses tasarımıyla filmin anlatımına yeni bir boyut katıyor. Karakterlerin karşılaşmaları sırasında bir şeylerin olacağı hissini veren uçak sesleri, babanın gemiye yaklaştığında gerilimi arttıran yük gemilerinin motorlarından gelen uğultular, polis sirenleri ve Hayat’ın annesi bebeğini severken, Hayat’ın içinde kırılan parçalara tercüman olan cam kırılma sesi hep bu ses tasarımının anlatıma etki eden, atmosferi oluşturmada filmi destekleyen unsurlar olarak göze çarpıyor. Karakterlerinin terk edilmişliklerini ve yoksunluklarını olabildiğince az diyalog kullanarak aktaran yönetmen, görsel yapısını da yine Beş Vakit örneğinde olduğu gibi kadrajın dışarısında bıraktıkları üzerine kuruyor. Hayat Var’ın anlam dünyasında kameranın odağındaki karelerden çok, kadrajın dışarısında kalan karanlıklar aslında filmin anlatımı için bizlere daha çok ipucu veriyor. Bu tercih filmin kendi ritmini bulmasında da önemli bir rol oynuyor.
Denizle kıyının köşesinde, karanlıkla aydınlığın arasında, var olmakla yok olmanın ortasında hep bir belirsizlik hissiyle ilerliyor Hayat Var. Filmin herhangi bir kategorinin içine dahil edilemeyecek derecede belirsiz yapısı, bir yandan da karakterin yaşadığı değişimi anlamlandırmamızı zorlaştırıyor. Yönetmenin hikaye anlatmadaki tercihleri ve filmde bırakılan boşluklar Hayat Var’ın akışını ve kendi ritmini bulmasını kolaylaştırırken; öte yandan da seyircinin karaktere olan ilgisini kaybetmesine yol açıyor. Filmin atmosferinden dolayı sürekli bir şeylerin olacağı hissiyle Hayat’ın gezinmelerini izlerken, bir şey olduğunda da olan biteni kaçırmış oluyoruz. Yönetmen olan biteni göstermek yerine, bunu seyircilere hissettirmeyi tercih ediyor. Belki de bu sayede Hayat’ın yaşadıklarını tasavvur etmek seyirci için daha zor oluyor.
Denizle kıyının arasında, İstanbul’a farklı bir yerden bakan Erdem, karakterine de bu iki noktanın arasında kalmışlığın getirdiği muğlaklığı ve gerilimi taşıyor. İçten içe sürekli çevresindeki insanların, özellikle de ailesinin kendisine olan katı ve soğuk tutumuna kırılan, öfkesi her sahnede bir şekilde yönetmenin tercihleriyle dışarıya aktarılan Hayat’ın şiddete meyilli görünüşünün altında yatan sevgi yoksunluğu ve yaşadığı boşluk arabesk parçalarla bir nebze hissettirilirken; yaşadıklarına karşın taşıdığı umut da filmin sürükleyicisi oluyor. Gencebay ses bandında Hayat’ın değişimini hayatın olağan düzeni içinde açıklarken; Bresson’un Mouchette’si gibi büyüyüp de küçülmüş izlenimi veren Hayat’ın yolculuğu da mutlu olmasa bile umutlu bir şekilde devam ediyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com