2. Dünya Savaşı’yla birlikte Milletler Cemiyeti’nin yetersiz olduğu ortaya çıktı. Savaşın hemen akabinde galip devletlerin uluslararası alandaki anlaşmazlıkları ve yeni savaşları önlemek için kurulmasını istediği Birleşmiş Milletler hâlâ bu amacı sürdürse de zaman içinde genişleyerek farklı alanlarda da tüm dünya için bir umut oldu. Dünyadaki barışın korunması haricinde ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda da çalışmalar yürüten BM 1962 yılında tüm dünyanın kalkınması için ilk 10 yıllık kalkınma planını hazırladı ve deklare etti. Fakat aradan geçen zamanda bu kalkınma planı uygulanamadı. 2000 yılına gelindiğinde BM bu kez de yeni milenyumun başında 8 ana başlık halinde “Milenyum Gelişim Hedefleri” adıyla bir program yayınladı. Açlığın önlenmesi, salgın hastalıkların önüne geçilmesi, sağlık hizmetinin ve eğitimin yaygınlaştırılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, çevreyle uyum içinde yaşamaya özen gösterilmesi ve yaşanan sorunlara küresel ortalıklar sağlanarak çözüm üretilmesi gibi ana hedeflerin olduğu program hâlâ uygulanmayı bekliyor. BM’nin daha önce açıkladığı kalkınma programları gibi sözde kalan bu programa dikkat çekmek için hazırlanan ve dünyanın en başarılı yönetmenlerinden sekizini bir araya getiren “8” isimli çalışma Milenyum Gelişim Hedefleri’ni yeniden hatırlatmayı amaçlıyor.
BM’nin mevcut politikalarından bağımsız olarak yönetmenlerce hazırlanan bu derleme, yönetmenlerin kendi sinema anlayışlarından ve projeyi değerlendirmedeki farklı yaklaşımlarından dolayı bir bütünlük gözetmiyor. Her yönetmen kendi sinemasal üslubuyla ele aldığı konuyu kısa film nosyonuna bağlı kalmadan anlatıyor. Bütünlüğün olmamasının yanında bazı filmlerin de uzunun kısası gibi durması projenin bir diğer dezavantajı. Ama amaç bir bütünlük gözeten ve sinemasal olarak kusursuz bir proje üretmek olmadığı için “8”in bu kusurlarını görmezden gelmek mümkün. Bu anlamlı projede yine de hem sinemasal olarak hem de ele aldıkları konuyu anlatış tarzları bakımından Abderrahmane Sissako, Gaspar Noe ve Jan Kounen’in kısalarının diğerlerine nazaran daha farklı bir yerde durduğunu söylemek mümkün.
Gus Van Sant’ın “Mansion on the Hill” kısasında verdiği istatistiklerin ağırlığı aslında bütün kısalara yansımış durumda. Dünyanın görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz yerlerindeki basit nedenlerden dolayı ölen çocukların akıl almayacak rakamları her filmi izlerken ister istemez gözümüzün önünden geçiyor. Sovyet propaganda filmlerindekine benzer bir etkiyle Gus Van Sant bizi bilgi bombardımanına tutarken belki yutkunmakta güçlük çekiyoruz ama dışarı çıktığımızda yine her şey eski hâlini alıyor. Jane Campion’ın yönettiği “The Water Diary”deki karakterin söylediği gibi: “Sorunları gerçekçi bir şekilde düşünmek korkutucu” geliyor. Bu yüzden de zihnimiz bu görüntüleri ve rakamları derhal silmeye, görmezden gelmeye programlanıyor. Her şey herkesin gözü önünde oluyor. Herkes durumun ne kadar kötü olduğundan ve her geçen gün daha da kötüye gittiğinden haberdar ama çıkıp da kimse Bangladeş örneğindeki gibi bir şeyleri değiştirmek için ufak da olsa bir çaba göstermiyor. Belki de insan belleği hatırlamaktansa unutmaya daha meyilli. Filmden sonra nedensizce aklıma Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabı geldi. “Hayır, harika değil. Çirkin bir dünya Anarres.”
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com